28 Şubat 2011 Pazartesi

ASLINDA PARMAKLARINIZ KLAVYEYE HİÇBİR ZAMAN DEĞMİYOR!


Bertrand Russell:

"... Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik."

(Bertrand Russell, Rölativitenin Alfabesi, Onur Yayınları, 1974, s.161-162)

Russell, maddeci çevrelerin en güvendikleri düşünür olmasına ve bu görüşün en güçlü savunucusu olarak görülmesine rağmen bu gerçeği tamamen gözardı edememiş, Felsefenin Problemleri adlı eserinde durumu şöyle değerlendirmiştir:

"...Berkeley, herhangi bir mantıksızlığa düşmeden, maddenin bizden bağımsız olarak bir şey mevcut olsa bile duyularımız tarafından algılanamayacağını, ispatlama onuruna sahiptir."

Bertrand Russell, The Problems of Philosophy, 1912, p.5

Çevremizdekileri madde olarak algılamamızın sebepleri, atomların yörüngelerindeki elektronların fotonlarla çarpışmaları, atomların birbirlerini itmeleri veya çekmeleridir.

Şu anda elinizde tuttuğunuzu sandığınız klavye, notebook ve mausunuzu aslında tutamamaktasınız!!!

Gerçekte elinizin atomları bilgisayar parçalarınızın atomlarını itmektedir ve bu itmenin şiddetine göre de dokunma hissiniz gerçekleşmektedir. Çünkü atomların yapısından bahsedilirken de belirtildiği gibi atomlar birbirlerine maksimum bir atomun çapı kadar yaklaşabilirler. Üstelik birbirlerine bu kadar yaklaşabilen atomlar, ancak beraber reaksiyona giren atomlardır. Şu halde, aynı maddenin atomları bile birbirlerine kesinlikle dokunamazlarken bizler elimizle tuttuğumuz, sıktığımız veya tutup-havaya kaldırdığımız maddeye asla dokunamayız. Kaldı ki, elimizdeki maddeye maksimum yaklaşmamız mümkün olsaydı bile bu maddeyle kimyasal reaksiyona girerdik. Böyle bir durumda insan veya başka bir canlı için bir saniye bile varlığını sürdürmek sözkonusu olamazdı. Canlı ayak bastığı, oturduğu veya dayandığı madde ile hemen kimyasal reaksiyona girer ve garip bir varlık olurdu.

18 Şubat 2011 Cuma

ÇEŞİTLİ ALANLARDA TÜM DIŞ DÜNYAYA MEYDAN OKURKEN, KENDİ İÇ DÜNYASINDAKİ KORKULARINI YENEMEYENLERİMİZ VAR... [ÜNLÜLERİN ŞAŞIRTICI KORKULARI]...


Bazı insanlar vardır ki, çok güçlüdür, korkusuzdur, dünyaya ve herkese meydan okur sanarız ama bu insanların içlerinde öyleleri var ki, kendi içlerinde meydan okuyamadıkları korkuları var... Kimileri tüm dünyaya korku salıp, büyük savaşlara girişirken, daha kendi içlerindeki savaşın kaybedenidir..

>>> BAKIN, GÜÇLÜ DİYE BİLİNEN KİMLERİN NE TÜR KORKULARI VAR:

• ÖLDÜRÜLME KOKRUSU DUYUP DÜBLÖRLE DOLAŞANAR.....
İspanya eski Devlet Başkanı General Franco, Sovyet Rusya lideri Stalin ve Adolf Hitler gibi diktatörler öldürülme korkusuyla hep dublör kullanmışlardır. Stalin bir yere gidecek olsa, birbirinin benzeri birkaç araba da aynı anda yola çıkarmış. Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin'in de 10'u aşkın dublörü bulunduğu bilinir.

• SÜİKASTA UĞRAMA KORKUSUYLA YAŞAYANLAR...
Hitler, uyurken odasında kendisinden başka birisinin bulunmasına asla müsaade etmezmiş. Her zaman yalnız uyur ve kapıyı içeriden kilitlermiş. Suikasta uğramaktan korkan Hitler'in sabahlara kadar uyumadığı olurmuş. Hitler, ayrıca sudan da çok korkuyormuş. Dünyayı ateş çukuruna döndüren adam, su fobisi yüzünden hiçbir zaman yüzmemiş.

• KARANLIK KORKUSU DUYANLAR...
Ampulü bulan Edison’un karanlık korkusu varmış... Ünlü filozof Voltaire asla ışıksız odada yatmazmış

• TOPLULUK ÖNÜNDE KONUŞMA FOBİSİ DUYANLAR...
Dünyanın en ünlü öykü ustalarından Borges'te ise kalabalık karşısında konuşma fobisi varmış. Borges uzun yıllar kalabalık karşısında konuşma yapmamış.

• MİKROP FOBİSİ İLE YAŞAYANLAR....
Boğaziçi'ne ait kitaplarıyla tanınan edebiyatçı Abdülhak Şinasi Hisar'da müthiş bir mikrop fobisi varmış. Elle tutulan her şeyde mikrop olduğuna inanan Hisar, suni meyve hapları yutarmış. Ünlü edebiyatçı manavdaki meyve raflarına da bakamazmış. Bir kere de, bindiği taksiyi ansızın durdurarak dışarı fırlamış, "Bu takside elma kokusu var" diyerek şoföre çıkışmış.

Pop yıldızı Michael Jackson de tam bir hastalık hastasıymış. Mikrop kapmaktan ölesiye korktuğu için ağzını steril maskeyle koruyormuş.

Bir dönemin efsanevi oyuncusu Marlene Dietrich'te ise mikrop korkusu varmış. Dietrich, bu yüzden Hollywood'da uzun yıllar boyunca "Deterjan Kraliçesi" lakabıyla anılmış.

Bir başka ünlü aktris Julia Roberts da bulaşıcı hastalıklardan korkuyor ve önceden de-zenfekte edilmeyen sandalyelere oturamıyormuş.

• DELİRME KORKUSU OLANLAR...
Romana getirdiği tarz ile dünya edebiyatını sarsan Virginia Wolf, uzun yıllar delirme korkusuyla yaşamış. Wolf'un intiharına da bu amansız korku neden olmuş. Romanlarında intiharı tema olarak işleyen Wolf, "Dalgalar" adlı romanında olduğu gibi, 1941 yılında ceplerine taş doldurarak kendini delice akan Ouse nehrinin kollarına bırakıp intihar etmiş.

• YANGIN KORKUSU İLE YAŞAYANLAR...
Ünlü oyuncu ve yönetmen Woody Allen 'yangın çıkabilir' korkusuyla yatarken bile ayakkabılarını çıkarmıyormuş. Kapalı ve dar yerlerden çok korkan Allen, sık sık psikiyatrist desteğine ihtiyaç duyuyormuş.

Filozof Arthur Schopenhauer ise yangın korkusu yüzünden hayatı boyunca hep birinci katlarda oturmuş.

• UÇAK FOBİSİ OLANLAR...
Ünlü yıldızlar arasında uçağa binmekten korkan da çok fazla. Kristie Alley, Bob Newheart, Winona Ryder, Luciano Pavarotti, Kristie Alley, Roseanne Baar, Sam Shepard, Joanne Woodward, Liv Ullman, Tony Curtis gibi ünlü aktör ve sanatçılar uçağa binme korkusu yaşadığını itiraf eden kişilerden bazıları. Whoopi Goldberg, bu korkusu yüzünden ABD'de her yere karayoluyla gittiğini söylüyor.

• ...VE KELEBEKTEN (!) KORKAN ÜNLÜ...
Ünlü sinema oyuncusu Nicole Kidman'ın korkusu ise neredeyse inanılmaz. Pek çoğumuz kelebekleri severiz, ancak Kidman bu sevimli canlıdan çok korkuyormuş.

Eskilerin alimi Beydeba’nın şöyle sözü vardır: “Dünyada yapılacak en büyük iyilik, korku içinde yaşayan bir kimseyi emniyete kavuşturmaktır.”

Korku içinde yaşayan insanın ne kendine güveni olur ne yarınına güveni olur. Oysa bilen insan bilir ki, iyilik de kötülük de Allah’tandır. En büyük emniyetimiz de O’dur ! Bu emniyetinin gerçek farkındalığıyla yaşayan insan tüm korkularını yenmiş olmaz mı ?

----------
“Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahretten ise gafil olanlardır.” (Rum Suresi, 7)

“Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.” (Hadid Suresi, 22)
__

17 Şubat 2011 Perşembe

BEYNİNİZİN İÇİNDE 10 CM'lik BIÇAK UCUYLA NE KADAR YAŞAYABİLİRSİNİZ ? YA PEKİ AĞRISINA NE KADAR DAYANABİLİRSİNİZ ?


Çin’de yaşayan 37 yaşındaki Li Fu adlı adam migren şikayetiyle doktora gidince şok oldu. Çünkü doktorar kafatasının içine saplanmış 10 cm uzunlukta bir bıçak tespit etti. Li Fu, 2006’da bıçaklı bir hırsızlık saldırısına uğramış, yaralanmış ama o zaman kafasına saplanan bıçak farkedilememişti. Doktorların inanamadığı olayda, muayene edilen adamın kafatası röntgeni çekilince ağrılarının nedeni anlaşıldı. İlk önce böyle bir ihtimalin olabileceğine inanmayan adam ikinci bir doktora gittiğinde de aynı bilgiyi alınca ameliyat olmayı kabul etti... Doktorları da 4 senedir beyninin içinde bir bıçakla yaşayan bu adamın bu kadar zaman hayatta kalmasını ve fazla bir şey hissetmemesini mucize olarak nitelendirdi...

Bizler basit bir sinüziti bile kafamızın içinde taşıyamaz ve çok rahatsız olurken, demir bir parçayla yaşayabilmek gerçekten bir fenomen. Aslında bu olay, ağrı hissinin de bir algıdan ibaret olduğunu ve insandan insana göre farklılık gösterdiğini kanıtlar özellikte...

Günümüz bilimsel verilerine göre ağrı da tıpkı öksürme ya da mide bulantısı gibi vücudun kendini korumak için kullandığı mekanizmalardan biridir. Sıklıkla bir yaralanma olduğunda ilk aklımıza gelen, yakınma ağrı olsa da vücudun kendini korumak için kullandığı kas spazmı ya da kasların tutulması gibi mekanizmalar da mevcuttur.

Bu mekanizma çeşitli faktörlerle kişiden kişiye farklı çalışabilir veya bazı nadir durumlarda hiç çalışmaz. Çalışmadığında, kişi bedenindeki sorunu farkedemez ve bu durum çok ciddi hastalık ve ölüme kadar götürebilir. Bu olaydaki örnekte kişinin ağrı algısı belki normalinden daha zayıf olduğu için, çok uzun sure normalde hiç mümkün olmayan acıya dayanıyor. Tabi bu olayda dahası var; beyninin hayatını engellemeyecek şekilde hasara uğramaması ve vücudu yönetmeye devam etmesi.. Bu da bir mucize, ama Li Fu, hiçbir şekilde ağrıyı hissetmeseydi, daha ne kadar yaşayabilirdi ?

Uzmanlara göre, bize ağrı ile seslenen alarm sistemimiz, yaşanan deneyimlere göre şekillenen dinamik bir öğrenme sürecinin parçasıdır.

Vücudumuzda yaralanma oluşturma riskine sahip uyaranlar nosiseptörler olarak bilinen sinir hücreleri tarafından algılanmaktadır ve nosiseptörler dokuları yaralama potansiyeline sahip üç uyarana karşı duyarlılık gösterirler. Bunlar: mekanik uyarımlar, ısı değişimi ile ilgili uyarımlar ve kimyasal uyarımlardır.

Nosiseptörler tüm vücutta; cilt, periost ve eklem yüzlerinde az sayıda da vücudun iç yüzeylerinde bulunurlar. Nosiseptörler bu uyaranlarla karşılaştıklarında hemen tehlike sinyalini vererek, önce omurgamıza, oradan beyne alarmı ulaştırır.

Bir nosiseptörün hangi uyaranla tetiklendiği önemli değildir, uyaran ister mekanik, ister kimyasal isterse aşırı ısı değişimi olsun sensör beyne iletilmek üzere tek bir mesajı dillendirir; “tehlike var”.

Nosiseptörlerden, tehlike var sinyali beyine ulaştığında ağrı olarak yorumlandı ise ağrı ile ilişkili bütün öğeler beynin çeşitli bölümlerine adeta serpiştirilir... ve acı duymaya başlarız..

İşte bu acı sayesinde hemen her zaman korunmuş oluruz. Özellikle çocuklar.. dertlerini anlatamadıklarında acıyla ağlarlar, dikkat çekerler. Keza yetişkinler de, ağrı sayesinde bir bölgede sorun olduğunu anlayarak hemen önlem alması için uyarılmış olur..

Ne ilginçtir ki, nosiseptör denilen hücrelerin normal dokunmayı veya normal ısıyı yaralayacak derecedeki dokunma veya ısıdan ayırt edebilmesi.. Sadece bu tür durumlarda tehlike sinyalini vermesi. Karar verme merkezi bile olmayan bir hücre sizce bunu nasıl yapıyor olabilir ?

***
“İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Ama o hem (Bizi tartışmakta ve) Bizim hakkımızda karşılaştırmalar yapmakta, hem de bizzat kendisinin nasıl yaratılmış olduğundan gafil bulunmaktadır! (Ve bunun şaşkınlığıyla da) "Kim, çürüyüp toz olmuş kemiklere hayat verebilir?" diye sormaktadır! De ki: "Onları yoktan var eden, (yeniden) hayat (da) verir, çünkü O, her tür yaratma eyleminin bilgisine sahiptir..” [Yasin Suresi, 77-79.ayetler]
_

16 Şubat 2011 Çarşamba

KIYAMET SAATİ YAKLAŞARAK GELİYOR MU?


RUS BİLİM ADAMLARINDAN KIYAMETE NEDEN OLACAK GÖKTAŞI AÇIKLAMASI, YIL 2029..

Rus bilim adamları 274 metrelik dev göktaşının dünyaya çarpacağı tarihi açıkladı

37 bin km. hızla çarpacak göktaşının milyonlarca insanı öldürebileceği tahmin ediliyor

* Bilim adamları dünya üzerindeki yaşamın 13 nisan 2036’da bir göktaşı yüzünden büyük bir kıyıma maruz kalacağını açıkladı. Rusya’da bulunan St. Petersburg Üniversitesi profesörü Leonid Sokolov “2029’da dünyanın yörüngesinden geçecek Apophis göktaşının 37 bin km’lik bir hızla dünyaya çarpacağını düşünüyoruz. Bu çarpışma milyonlarca insanı öldürecek” dedi. Uzmanlar 274 metrelik gök cisminin yörüngesini değiştirmek bazı planlar geliştirdiklerini açıkladı.

* Rus uzmanların Apophis hakkındaki yorumlarını zayıf bulan Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) yetkilisi Donald Yeomans “2029’da dünyanın yakınından geçecek göktaşının dünyaya çarpma olasılığı 250 binde birdir” dedi. Göktaşının, dünyanın çekim gücüne kapıldıktan sonra dünyaya doğru hızla yaklaşması üzerine planlar geliştiren NASA “Bazı ihtimaller üzerinde duruyoruz. İhtiyaç olması durumunda bunları uygulayacağız” açıklamasında bulundu.


13 Şubat 2011 Pazar

GÖRDÜĞÜNÜZ TÜM MESAFELER VE TÜM DIŞ DÜNYA BEYNİNİZİN İÇİNDEKİ BİRKAÇ CM KÜPLÜK ALANDAN İBARETTİR...


Ünlü filozof George Berkeley'in, algılarımızla ilgili şöyle ünlü açıklaması var: “Kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz için, bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. Oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. Şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler, zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak… Bütün bunlar madem ki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir… Öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur..” [1]

Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm küp'lük görme merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu satırlar da, ufka baktığınızda gördüğünüz uçsuz bucaksız manzara da, bu küçücük yerde meydana gelmektedir. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha vardır. Görmemiz için enerji parçacığı olan ışığa ihtiyaç duyulsa da, kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir.

Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayalım. Karşımızda bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olmaz. MUMUN IŞIĞINI GÖRDÜĞÜMÜZ ANDA BİLE KAFAMIZIN VE BEYNİMİZİN İÇİ KAPKARANLIKTIR. Kapkaranlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz. 

R. L. Gregory, görme olayındaki mucizevi durumu şöyle ifade etmektedir: “Görme olayına o kadar alışmışız ki, çözülmesi gereken sorular olduğunun farkına varmak büyük bir hayal gücü gerektiriyor. Fakat bunu dikkate alın. Gözlerimize minik tepetaklak olmuş görüntüler veriliyor ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler olarak görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda nesneler dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında.” [2]

****
“Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler.” (Rum Suresi, 37)

-------------------------
[1] George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sosyal Yayınları, Çev: Enver Aytekin, İstanbul: 1976, ss.38-39-44
[2] R. L. Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, New York: Oxford University Press Inc., 1990, s. 9
---


12 Şubat 2011 Cumartesi

"SÜKUT"


Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?
Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.
NFK..

11 Şubat 2011 Cuma

İLGİLİ BÖLGELERİ HASAR GÖRDÜĞÜNDE, BEYİN, ANINDA ALGI VE DUYU KAYBINI TELAFİ EDECEK BAĞLANTILAR KURMAYA BAŞLIYOR


Dış beynimizin kısmını teşkil eden korteks; görme, duyma ve diğer algılama merkezleriyle insanın sürekli olarak dış dünyayla iletişim halinde bulunmasını sağlayan kısımdır. Bazı insanlarda beynin bu kısmında bazı algılar doğuştan oluşmazlar veya sonradan hasar görebilirler ve bu kişiler kör ya da sağır olarak yaşamlarını sürdürürler. Bilim insanların araştırmalarına göre de çıkan sonuç: insan bu durum karşısında büsbütün çaresiz kalmaz. Çünkü beyin, kullanılmayan bölgeleri farklı şekillerde değerlendirmeye geçer. Kayıp duyu yerine, faydalı olabilecek takviyelerle, duyu kaybını telafi eder. Örneğin bir kişi eğer sağırsa, arabanın yandan yaklaştığını duyamaz, fakat çevre görüşü artar ve çok uzaktan bir arabanın geldiğini görebilir. Aynı durum bir şeyin ne kadar hızlı hareket ettiğini doğru olarak tespit edebilme yeteneği için de geçerlidir.

Embriyonun anne karnındaki gelişiminde 5. haftadan itibaren oluşan omurilikte çok süratli bir üretimle saniyede 5000 tane nöron adlı özel sinir hücresi üretilmeye başlanacaktır. Bu bölgede daha sonra beyin oluşacaktır.

Beyin hücrelerinin büyük kısmı embriyonun ilk beş ayında oluşur ve hepsi doğumdan önce beyindeki gereken konumlarını almış olurlar. Büyük bir hızla oluşan hücreler bir süre sonra merkezi sinir sisteminin kollarını oluşturmak üzere, daha uzaklara göç etmeye başlarlar.

Ancak bu aşamada her bir nöronun, sinir sistemi içinde kendisi için ayrılmış olan hedef yeri tam olarak bulması şarttır. Bu yüzden genç nöronların yollarını bulabilmeleri için mutlaka bir rehbere ihtiyaçları vardır. Bu rehberler, omuriliğin ve beynin gelişme alanı arasında bir tür kablo şeklinde uzanan özel hücrelerdir. Nöronlar üretildikleri yerden çıkıp bu rehberlere tutunarak göç ederler.

Ve kendileri için ayrılmış olan yerleri adeta anlar, oraya yerleşirler ve hemen ardından uzantılar meydana getirerek diğer nöronlarla bağlantı kurarlar.

Nöronların oluşur oluşmaz böyle bir yolculuğa çıkacaklarını bilmeleri, bu yolculuk sırasında hedeflerini bulmak için bir rehber kullanmaları gerektiğine ve birbirleriyle ne gibi işbirliği yapacaklarına karar vermeleri çok şaşırtıcıdır ve aslında imkansız gibi görünür. Çünkü nöron dediğimiz varlıklar gözle görülemeyecek küçüklükte, atomlardan ve moleküllerden oluşan hücrelerdir. Bu işlemi yöneten merkez beyin de değildir. Çünkü henüz anne karnındaki embriyonun beyni oluşmamıştır. Bu nedenle nöronların doğru bağlantıları kurmak üzere harekete geçmeleri ve doğan çocukların hemen hemen tamamına yakın kısmının işiten, gören, algılayan birer insan haline gelmeleri büyük bir mucizedir.

İnsanların kör veya sağır olması yukarıda kısaca açıklanan beynin oluşum aşamasında ortaya çıkan bazı gelişim bozukluklarından kaynaklanır. Göz dokularının oluşmaması, eksik olması, görme sinirinin ya da retina adını verdiğimiz görme tabakasının gelişme bozuklukları doğuştan körlüğe neden olurken, işitme duyusu sinirlerinin anormal veya eksik gelişmiş olması da doğuştan sağırlığa neden olur. Bu noktada beynin korteks tabakası duyu organlarındaki bu eksiği kapatmak için faaliyete geçer.

Nature Neuroscience’da yayınlanan araştırmayı yürüten bilim adamı Dr. Stephen Lomber’in yaptığı kapsamlı araştırma, bu gerçeği bilimsel olarak ispatlamıştır. Dr. Lomber’in çalışma ekibi doğuştan sağır kedilerin yan görüşünü incelemiş ve beynin kullanılmayan kapasitenin adeta israf olmasını istemediğini saptamıştır. Sağır ve kör insanların genelde diğer duyularının daha keskin olduğunu söylemelerinin nedeni budur. Kraliyet İşitme Engelliler Ulusal Kurumu araştırmacısı Dr. Joanna Robinson da bulguları değerlendirerek doğuştan sağır olan insanların işiten insanlardan daha geniş bir görsel alanı olduğunu doğrulamıştır. Araştırmada dikkat çeken bir bulgu da sağır insanların yan görüntülerindeki nesnelere, işiten insanlardan daha hızlı tepki verdikleri, sağır çocukların ise işiten yaşıtlarından daha yavaş tepki verdikleridir. Bu ise beynin işitsel kısmının, görsel bilgiyi işleyecek şekilde geçiş yapmasının biraz zaman aldığını gösterir. Diğer bir ifadeyle beynin, kayıp algıyı bir diğer algıyı kuvvetlendirerek telafi etmesi için zamana ihtiyacı vardır. Araştırmalar beynin telafi etme işlemini nasıl başardığını ise bulamamıştır. Elbette, yaklaşık 1,5 kg’lık bir ağırlığa sahip jöle kıvamında bir et parçasının kendi kendine bütün bu hassas dengeleri kusursuz bir düzen içinde düşünmesi ve telafi etmesi imkansızdır... Belli ki beyin, bu tür duyu kayıplarını telafi edecek bir sisteme ve programa sahip olarak var edilmiştir.

HER İNSAN, TÜM HAYATINI BEYNİNDEKİ KÜÇÜK MEKANDA YAŞAR .....

Herkesin bildiği bir gerçek vardır: Görüntü, ses, koku, tat, dokunma duyusu beyinde hissedilen duyulardır. Yani dış dünyamızı aslında iç dünyamızda yaşarız. Bütün hayatımız, beynimizin içindeki küçük bir mekanda geçer. Dışarıda var olan maddeyi, beynimizdeki televizyondan seyrederiz. Dışarıdan gelen elektrik sinyallerini beynimizdeki algı merkezinde koklarız. Dışarıdan gelen elektrik sinyallerini yine beynimizde sertlik olarak algılarız. Dışarıdan gelen elektrik sinyalleri beynimizdeki hoparlörde sese dönüşür.

Tüm bunları beynimizin içindeki birkaç santimetreküplük odamızda yaşarız ve hayatımız boyunca o odanın dışına asla çıkamayız. Her insan; kıtalar arası yolculuk yapan bir gezgin, ilk olarak Ay’a ayak basan bir astronot, hayatı boyunca köyünden ayrılmamış bir çiftçi de olsa, beynindeki küçük odasının dışında bir yere kıpırdayamaz. Dışarıda var olan okyanusları, ormanları, gökyüzünü, Ay’ı, Güneş’i, çiçekleri, meyvaları bu beynimizdeki küçücük odada görür, orada koklar ve seslerini orada dinleriz. Dışarıdaki asıllarına hiçbir zaman ulaşamadan beynin içinde tüm bu hisleri algılayan bir şuur vardır. Ancak elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası, sinir hücrelerine ait değildir...

------------------------------------
..”İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır...” (Bakara, 255)
_

10 Şubat 2011 Perşembe

SİNEK KUŞUNDAKİ "YANARDÖNERLİK" ÖZELLİĞİ





Fotonik Yapıların Yanardönerlik Özelliği 

Renkleri pigmentler yerine fotonik yapılarla oluşan canlılar; ışığın karışık yansıması, kırılarak yayılması ve saçılması sonucu meydana gelen yapısal değişikliklerin sonucunda renklerini yansıtırlar. Normal renklerin aksine, fotonik yapılara sahip olan canlıların renkleri çok daha parlak ve yanardöner özelliklere sahiptir. 

Yanardönerlik özelliği, gözlemcinin görme pozisyonunu değiştirmesi veya rengi taşıyan canlının hareket etmesiyle rengin görünümünün değişmesidir. Bu yanardöner renge bir örnek olarak, su yüzeyine yayılan yağ tabakasındaki renklerin, farklı açılardan gözlendiğinde değişmesi verilebilir. En parlak ve en saf pigment renklerle bile elde edilemeyen bu yanardöner renkler oldukça dikkat çekicidir. Işık açısındaki veya gözlemcinin pozisyonundaki ufak bir değişim ile renklerde meydana gelen görkemli değişim, Allah’ın yaratma sanatındaki inceliklerinden bir tanesidir. 

Canlılardaki bu muhteşem sistem, 500 milyon yıl önce Kambriyen dönemini başlatan, canlılığın ani ve muazzam çeşitlenmesi olan Kambriyen patlamasından beri bulunmaktadır. Işte Allah’ın "Sanatçı" isminin tecellisi olan kelebek kanatlarındaki, sinek kuşu, papağan ve ördek tüylerindeki, tavus kuşunun kuyruğundaki, herkül böceğindeki, güvelerdeki ve denizyıldızı türleri gibi bazı deniz canlılarındaki muhteşem yanardöner renklerin kaynağı onlarda bulunan fotonik yapılardır. Canlılar fotonik yapıları ilk yaratıldıkları zamandan yani milyonlarca yıl öncesinden beri taşırlar. 

Doğadaki Renkler Nasıl Oluşur? 

Renkleri görebilmemiz için birinci şart ışıktır. Bir cismin üzerine ışık düştüğünde, bu cisim ancak belirli dalga boyundaki ışığı geri yansıtır. Yansıyan bu ışık da gözümüze gelerek bir dizi kompleks işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüşür ve görme sinirleri yardımıyla beyne iletilir. Bu sinyallerin beyinde algılanması sonucunda da renkleri algılarız. 

Renkleri Nasıl Görürüz? 

Boya malzemelerinde de kullanılan pigment adı verilen kimyasal maddeler renkleri belirlemektedir. Pigmentler ışığın belirli dalga boylarını emer, bir kısmını da yansıtırlar. O dalga boyuna karşılık gelen ışığı da renk olarak algılarız. Örneğin yeşil bir elma tüm renkleri emerek sadece yeşili yansıtan pigmentler sayesinde yeşil olarak algılanır. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalara göre bazı canlılarda pigmentler olmadan da renklerin meydana gelebildiği gözlemlenmiştir. Pigmentlerin zamanla kaybolması sonucu renklerin solmasına rağmen bu canlıların parlak renklerini asla kaybetmedikleri ortaya çıkmıştır. Peki bu canlılar pigment kullanmadan bu canlı ve kalıcı renkleri nasıl sergileyebilmektedir? 

Fotonik Yapıların Keşfi 

Fotonik yapılar, ilk Avustralya’da keşfedilmiştir. Bilim adamları, Avustralya Müzesi’nde yer alan bazı kelebeklerin zaman içinde renklerinin solduğunu bazılarınınsa aradan geçen süreye rağmen hala canlı renklerini koruduğunu gözlemlemişlerdir. Bunun üzerine yapılan araştırmalarda ise kelebeklerdeki renklerin kaynağının yalnızca pigment olmadığı “fotonik yapılar” nedeniyle renklerin canlılığını koruduğu tespit edilmiştir. Bu kelebeklerden biri de Morpho rhetenor türü kelebeklerdir. Çok uzak mesafeden dahi seçilebilen göz alıcı mavi renkleri, bilim adamlarını bu canlılar üzerinde incelemeler yapmaya yöneltmiştir. 

Bilim adamları bu kelebeği detaylı olarak incelediklerinde bir yaratılış harikası olan mikro kristallerle karşılaşmışlardır. Bu kelebeklerin kanatlarındaki çok katmanlı tabakalar ve boşluklar, çok hassas bir düzenle dizilerek fotonik kristal bir yapı oluşturmuştur. Bu fotonik kristal yapıysa, ışığın diğer bütün dalga boylarını geçirip maviyi yansıtarak kelebeklerin kanatlarının parlak mavi renkte görünmesine neden olmaktadır. 

Yaradan, fotonik kristallerle metrenin milyarda biri küçüklüğündeki bir alanda mükemmel bir düzen yaratmıştır. Fotonik yapıları kullanan canlılardaki göz alıcı renk ve desenler, Allah’ın sonsuz ilminin ve sanatının örneklerinden biridir. 

“Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır.“ (Nahl Suresi, 13)

ZAMAN BOYUTUNUN ÜSTÜNDEKİ BİR YAŞAMI HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?



Yerçekiminin Etkisiyle Zamanın Akışı Değişir:

Bir cismin konumu zamanı etkilemektedir. Einstein’ın izafiyet kuramına göre, yerçekiminin etkisiyle zaman daha yavaş akmaktadır. Buna göre yerçekiminin daha az olduğu bir yere doğru uçmakta olan bir uçağın yolcuları her uçuşta birkaç nanosaniye daha fazla yaşlanırlar. Ünlü fizikçi Stephen Hawking, bu gerçeği bir ikiz örneğiyle şöyle anlatmaktadır:

“Görelilik kuramı mutlak zamanı çöpe attı. Bir çift ikizi düşünelim. Diyelim ki ikizlerden biri dağın tepesinde yaşasın, ötekisi deniz yüzeyinde. İlk ikiz (yani dağın tepesinde yaşayan) ikincisinden daha çabuk yaşlanacaktır. Yani yeniden karşılaştıklarında öbüründen daha yaşlı olacaktır.” (Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, s.54)

Einstein ve Hawking’in çekim merkezlerinin yakınında zamanın daha yavaş geçtiği teorisi, Amerikalı bilim adamları tarafından deneylerle kanıtlanmıştır. Bu konuda yapılan ilk deney için yüksek irtifadaki bir füze ile manyetik alanın etkisinin daha fazla olduğu iki ayrı yer seçilmiştir. Aralarında yükseklik farkı sebebiyle yerçekimi farkı bulunan bu iki yere atomun titreşimlerini ölçebilen çok hassas iki süper atomik saat yerleştirilmiş ve zamanın göreliliği bilimsel olarak ispatlanmıştır. Günümüz-de ise bu deneyin kapsamı arttırılarak zamanın izafiyeti günlük hayatta da izlenebilmiştir. Bu deney için öncekilere oranla yüzlerce kat daha hassas iki atomik saat kullanılmıştır. Ancak bu deneyi diğerinden ayıran tek fark hassas atomik saatler değildir. Bu kez iki saat arasındaki yükseklik farkı sadece 33 cm’dir. 

Amerikan bilim dergisi Science’in 24 Eylül 2010 tarihli sayısında yayımlanan deneyin sonucuna göre, 33 cm yüksekte, yani iki basamak yukarıda bulunmak basıncı biraz daha azalttığı için zamanın daha hızlı geçmesine neden olmakta ve iki basamak yukarıda bulunan kişi daha çabuk yaşlanmaktadır. Ancak Yüce Allah hiçbir olayı aklın ihtiyarini alacak şekilde yaratmadığından bu fark 97 yıllık bir ömürde saniyenin 90 milyarda biri kadar olur ve hiç kimse tarafından fark edilemez. 

Buraya kadar kısaca özetlediğimiz bilimsel bulgudan ortaya çıkan sonuç, zamanın algı olduğu gerçeğini bir kez daha ispatlamıştır. Bu gerçek, asırlar önce Kuran’da haber verilmiş bir bilgidir. Bu konuyla ilgili bazı ayetler şöyledir:

“ ... Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac Suresi, 47)

“Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir.” (Secde Suresi, 5)

“Melekler ve Ruh (Cebrail), O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.” (Mearic Suresi, 4)

9 Şubat 2011 Çarşamba

ARTIK BARINAMAM GÖLGE VARLIKTA.. Necip Fazıl Kısakürek - Çile Adlı Şiirinden..


...
Kaçır beni âhenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...

8 Şubat 2011 Salı

GÖZÜMÜZLE, BEYNİMİZLE GÖRDÜĞÜMÜZ GERÇEĞİN SADECE MİLYARDA BİRİ...


Artık biliyoruz ki algıladığımız madde gerçeğin sadece küçük bir kısmı; görünmeyen diğer kısmı ise enerjidir. Nobel ödüllü profesör Carlo Rubbia foton parçacıkları (enerjinin en küçük birimi) ile nükleonlar (maddecikler) arasındaki ilişkinin 1.000.000.000:|1| olduğunu göstermiştir. Bu demek oluyor ki görebildiğimiz organizma ya da madde gerçeğin milyarda biridir; kalanı gözle göremediğimiz enerji alanıdır.

Her hücrede biyokimyasal reseptörlerin yanı sıra elektromanyetik reseptörler de bulunur. Bu antenler sayesinde elektromanyetik sinyaller algılayıp yayabilirler, yani hücre içerisindeki prosesler (işlemler) elektromanyetik sinyallerle değişir ve diğer hücreleri de etkiler.

İnsan vücudu, içinde bulunan her hücre, doku ve organın kendine özel belirli bir titreşim frekansı olduğu karmaşık bir sistemidir. Bu haber ağı içindeki bütün sistemler birbirlerini bütünde neler olup bittiğine dair haberdar ederler.

Tüm bu işlemler matriks yada bağ dokusu dediğimiz, hücreleri saran içsel denizimiz aracılığı ile meydana gelir. Böylece her hücre vücudun diğer hücrelerinde neler olduğuna dair bilgiye sahiptirler.

Enerji alanları ve madde arasında sürekli bir etkileşim vardır. Foton maddeye dönüşürken bir elektron (negatif yüklü parçacık) ve bir pozitron (pozitif yüklü parçacık) olarak bölünür. Bu durum görünen kutuplu (polar) dünyamızın ışıktan meydana geldiğini doğruluyor. Tam tersi durumda da, elektron ve pozitron çarpıştığında ortadan kaybolurlar ve bir miktar enerji (ışık) açığa çıkar. Madde ve enerji arsındaki bu sürekli değişim işlemi bize maddenin enerjinin ikincil bir hali olduğunu gösterir.

VEYA BAŞKA DEYİŞLE MADDE ENERJİNİN SADECE DAHA YOĞUNLAŞMIŞ HALİ OLUP, ASLINDA MADDE SANDIĞIMIZ MADDE DEĞİLDİR...

***
“Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıka(rıla)caklardır.” (İbrahim Suresi, 48.ayet)

7 Şubat 2011 Pazartesi

Yunus Emre: "HAK CİHANA DOLUDUR"


Hak Cihana Doludur

Hak cihana doludur
Kimseler Hakk'ı bilmez
Onu sen senden iste
Ol senden ayrı olmaz

Dünyaya inanırsın
Rızka benimdir dersin
Niçin yalan soylersin
Çün sen dedigin olmaz

Ahret yavlak ırakdır
Doğruluk key yarakdır
Ayrılık sarp firakdır
Hiç giden geri gelmez

Dünyaya gelen göçer
Bir bir şerbetin içer
Bu bir köprüdür geçer
Cahiller onu bilmez

Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz

Yunus sözün anlarsan
Mânâsını dinlersen
Sana iy(i) dirlik gerek
Burda kimsen kalmaz.

Yunus Emre

˜˜SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN˜˜


Her Şey Sende Gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın...
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak...
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin,
bunu da öğren,

SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN...
.

Can Yücel

6 Şubat 2011 Pazar

GÖRDÜĞÜNÜZ ŞEY 1 SANİYE SONRA BİLE AYNI DEĞİL, BEYNİNİZ BİLE... O HALDE GÖRDÜĞÜNÜZ ŞEYLERİ YILLAR SONRA BİLE TANIMANIZI SAĞLAYAN ŞEY NEDİR ?


Her yıl vücudumdaki atomların % 98’i yenileniyor: Geçen sene olduğum kişinin aynısı olduğumu nasıl iddia edebilirim veya daha da kötüsü, on yıl önceki kişi olduğumu? Kişiliğim/kimliğim nedir (neremdedir)? Vücudumun metabolizmasına olan ilişkisi nedir?

Derek Parfit zamanında şöyle bir düşünsel sorun ortaya koydu: Londra’da bir tarayıcı tarafından parçalanan ve her bir hücre hakkında sonsuz derecede ayrıntılı bilgi alabilen bir çoğaltıcı makine tarafından, New York’ta hafızası da dâhil olmak üzere hücre hücre yeniden yapılandırılan bir insana ne olur? Kişi aynı kişi midir? Yoksa kişi daha Londra’da ölmüş mü olur? Bir insanı insan yapan nedir: Bedensel veya psikolojik devamlılığı mı? Bir insanın tek tek her hücresi eşdeğer hücrelerle değiştirilse kişi hala aynı kişi olur mu? Bir kişinin psikolojik yapısı (hafızası, inanışları, duyguları ve her şeyi) eşdeğer bir psikolojik yapıyla değiştirilse, kişi gene aynı kişi mi olur? 

En belirgin çelişki şudur: Büyümekte/gelişmekte olduğumuz halde Gerçeklik nasıl olur da hala aynı kalabilmektedir? Tamamen farklı olan iki beyin aynı nesneyle karşılaştığında aynı resmi mi görür? Beyinler farklıysa o zaman nesne görüldüğü anda oluşan sinirsel uyarı her iki beyinde de farklı olacaktır. İki farklı beyin nasıl aynı imajı üretebilir? Mantıklı sonuç şu olmalıdır; “Hayır, benim gördüğüm ağaç senin gördüğün ağaç değil, sadece aynı şeyi kastettiğimizden, ona baktığımızda tam olarak ne gördüğümüz önem taşımıyor”. Peki o halde nasıl oluyor da dün, bugün ve yarın aynı imajı görüyorum? Beynimiz sürekli değişiyor. Beş yaşımda sahip olduğum beynimle, bugün sahip olduğum beyin arasında muhtemelen hiçbir ortak yön yok. Bütün hücreler, bağlantılar ve beynin fiziksel yapısı dahi değişmiştir. Aynı nesne beynimde, kırk yıl önce çağrıştırdığından bambaşka bir sinirsel düzen/örüntü üretiyor. Bunlar farklı hücrelerden oluşan farklı yönlerde organize edilen iki ayrı beyindir; iki düzen/örüntü bile artık fiziksel olarak farklıdır.

Buna rağmen bana eski oyuncaklarım hala aynı görünüyormuş gibi geliyor. Ama aslında aynı görünmemeliler, çünkü beynim değişti ve beynimde üretilen düzenler/örüntüler de değişti: bugün gördüğüm şekiller beş yaşında gördüklerimden farklı olmalı. Nasıl oluyor da alabildiğine farklı bir beynim olmasına rağmen aynı şeyleri görüyorum?

Ayrıca tecrübe de beyni şekillendirir; Ben sadece organizmamın genetik bütünlüğünden ibaret değilim, aynı zamanda çevremin de kendisiyim. Ve dünyada olanlarla birlikte ben de sürekli olarak değişiyorum. Dünya ne yapıyorsa “Ben O’yum”.

Bütün bunlar zaten kanıtlıyor ki, “Ben” beynimin içinde değilim. Beynin dışında zamanla değişmeyen bir şey var. Beyin basit olarak resimlerin hesaplamalarını yapıyor, ancak resme uygun nihai “duygu” beynin dışında hücre veya bağlantılara ihtiyacı olmayan bir “ruha” gerek duyuyor. Diğer taraftan, gördüğümüz şeyin gerçekten de gördüğümüzü sandığımız şey olmadığını kavramak kolay değil.

Bir şeyi, bir şey olarak algıladığımızda çok ender olarak daha önce görüp/duyup/dokunup/ duyumsadığımızı aynı şekilde görüp/duyup/dokunup/duyumsuyoruz. Birinin yüzünü tanıyorum ancak bir daha gördüğümde muhtemelen daha önce gördüğüm resmin aynısı olmuyor; sakalı uzamış olabilir, bir sivilce çıkmış olabilir, saç kesilmiş olabilir, ten rengi koyulaşmış olabilir veya basitçe yüz başka bir açıda duruyor olabilir (yukarıya bakarak, aşağıya bakarak, hafif başı dönük duruyor olabilir).

Bir şarkıyı tanıyorum, ancak gerçek şu ki şarkı tekrar asla aynı gelmiyor; daha sesli, daha yumuşak, farklı hoparlör, statik, oda da farklı bir eko, kulaklarımın hoparlörlere yönelik farklı bir açıda duruşu.

Bugün havanın “soğuk” olduğunu algılıyorum ancak ısıyı onuncu ondalık rakamına kadar ölçtüğümüzde daha önce aynı soğuğu hissettiğimde ölçtüğüm rakamı elde etme ihtimalimiz çok düşük. “Fark” ettiğimiz şey muhtemelen fiziksel bir nicelik değil; bir resim, bir ses, bir ısı asla kendini tekrar etmez. 

O halde bir yüzü, bir şarkıyı veya ısıyı algıladığımızda algılanan şey nedir?

*****
“Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın." [Yunus Suresi, 61]
_


5 Şubat 2011 Cumartesi

EVREN İNSANIN İÇİNDEDİR...


Prof. Dr. Alan Wolf şöyle diyor: “Evren, hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev bir hologramdır.” Bu makro bakış açısı, aslında, her şeyin bir olduğunun farkına varmış olmaktır. Kuantum dünyasını anlatan “What the Bleep Do We Know” (Ne Biliyoruz Ki) adlı belgeselde “Sen ve Ben bir biçimde biriz” deniliyordu... Evrensel ilkelerin en önde gideni, “Bütünlük ve Birlik İlkesi”dir. Bütün evren birbirinden bağımsız parçalardan meydana geliyor gibi gözükse de, aslında Tek’tir ve Bütün’dür. Bir tek noktasının içinde bütünün bilgisi vardır. Okyanusun bir noktasında oluşan bir değişiklik anında bütüne yansır ve tersi.. Bir damla bile okyanusun bilgisini ve gücünü içinde taşır. Halil Cibran şöyle der: “Hakikat Parçalanmaz”...

Einstein evren konusunda şöyle demişti: “Evrenin en anlaşılmaz tarafı anlaşılabilir olmasıdır” Stephen Hawking de bir makalesinde şöyle diyor: “büyük birleşik kuram” mikro ile makroyu (en küçük parçayla tüm bütünü) birleştirir ve bu da tüm evrendeki dengeyi anlaşılır kılar. Bugün anlamakta zorlandığımız karadeliklerin esrarını, büyük patlamadan sonraki ilk bir kaç dakikayı anlaşılabilir hale getirir. Kendi başına büyük alem olan insanın yaşamı kendisinden büyük olan resmin içinde ise sadece küçük bir lekedir.”

Ne var ki bütünün içinde küçücük kalan insan bir kum tanesinde tüm dünyanın ve bir çiçekte tüm cennetin bilgisini görebilir, bunun için var olan işaretleri görmesi yeterlidir, başta kendi içindeki alemi anlaması...

Jacob Böhme de şöyle diyor: “Biz insanların Allah’ı işaret eden ortak bir kitabı var. O herkesin içindedir ve o Allah’ın paha biçilmez ismidir. Onun harfleri aşkın harfleridir. Kalbinizdeki ve ruhunuzdaki bu alfabeyi okuyun, başka bilgiye ihtiyacınız kalmayacaktır. Bütün yazılar sizi bu kitaba yöneltir, çünkü bütün bilgelik hazineleri orada yatmaktadır. Bu kitap içinizdeki merihtir.”

İnsanı insan yapan işte bu içindeki evrendir ve içindekiyle dış evren arasında nasıl bir bağ kurduğudur. İçindeki bu bilgi sayesinde hep arayış içindedir ve bu arayışında kendine hakim olma, kendini bilme ve güvenme niteliğine sahiptir. Asırların gizeminin bilginin her zaman yanık olan lambası olmadan çözülmeyeceğini bilen “gerçek insan”, aydınlanmış aklı ve zekası ile güçlü duygularını da birleştirecek ve hakikat yolunda ilerlemeye devam edecektir. İdrak sahibi olduğu için kıyafte değil, onun altındaki sisteme bakacaktır...

---
“Biz onlara, âfakta (bir baştan bir başa tabiatın sinesinde) ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice tebeyyün etsin.” (Fussilet, 53)
_

4 Şubat 2011 Cuma

MÜTHİŞ BİR YARATILIŞ MUCİZESİ.. BU PARAZİT ÇEKİRGEYİ HİPNOZ EDEREK EMRİ ALTINA ALIYOR!


KİMYASAL HİPNOZ VE BEYİN KONTROL TEKNOLOJİLERİ: ÇEKİRGE VE PARAZİT

Bir kıl kurdu türü olan "Spinochordodes tellini" isimli bir parazit, çiftleşebilmek için çok ilginç bir plan uyguluyor.

Bir çekirgenin beynini kimyasal yöntemlerle kontrol altına alıyor.

NASIL MI?

Parazit, çekirgenin sahip olduğu proteinleri taklit eden çok özel moleküller üreterek çekirgenin merkezi sinir sisteminin içine yerleşiyor. Ve burada nörotransmiter aktivitelerin kontrol edildiği alana bağlanıyor. Proteinlerin bir kısmıda geotaktik aktivitelerin kontrol edildiği alana bağlanıyor. Yerçekimi ile karşılaştığında vücudun refleks olarak yapacağı hareketi ve vereceği yanıtı bu alan kontrol ediyor.

Son derece stratejik bir yere çok iyi bir planla konumlanan parazit, artık burada beklemeye başlıyor.

Ta ki, kendi çiftleşme zamanı gelene kadar...
Çiftleşme vakti geldiğinde, çekirgenin beynini artık tamamen kontrol altına almış olan parazit; çekirgeye komut vererek suya doğru kendini atmasını söylüyor.

Çekirge, kendisi için adeta bir intihar anlamına gelen bu hareketi adeta hipnotize olmuş gibi yapıyor ve kendini suya atıyor.

Çekirgenin suya düşmesi ile birlikte, içerisinden neredeyse 3 ila 4 katı uzunluğunda çekirgenin içinde saklanan parazit dışarı çıkıyor ve suda çiftleşmeyi planladığı eşini aramaya başlıyor.

Kaynak: Proceedings of the Royal Society B, (DOI:10.1098/rspb.2005.3213)

HAŞMET BABAOĞLU: "ÖLÜM... VE BİZ"


Ölüm... Ve biz
Farkında mısınız, bilmem.
Ölümü bir giysi, bir jest, bir söz gibi görüyoruz.
O yüzden de...
Kimine yakıştırıyoruz, kimine hiç yakıştıramıyoruz.
Kimi durumda uygun buluyoruz, kimi durumda uygunsuz!
Çoğu zaman da ölüm bir tür hastalık gibi görünüyor gözümüze.
Kimilerini, mesela çok "canlı" dediğimiz tipte insanları asla bu "hastalığa" yakalanmaz sanıyoruz! Öyle insanlar öldüğünde, başka türlü sarsılıyoruz.
Onca yüksek doz "canlılık ilacı" ölüme kâr etmedi, diye düşünüyoruz alttan alta ve buna çok bozuluyoruz.
Çünkü ilişkilerimizi, alacaklarımızı, vereceklerimizi, tutkularımızı, tutsaklıklarımızı...
Hepsini ama hepsini sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi örgütlüyoruz.
Ah, biraz uzaktan bakabilsek kendimize...
Göreceğiz ki, bu halimiz, sevdiklerimizin ölümleri kadar acı!
***

Ünlülerin ölümünün medyadaki yansımaları tam da bu açıdan ibretlik özellikler taşıyor.
Kimse bana ölenin yakınlarının acısını anlayıp paylaştığını söylemesin!
O tesellisi zor acının özü sevdiğini kaybetmektir:
Giden, gelmeyecektir!
Fakat ünlü birinin ölümüne uzaktan bakıp ağlaşanların derdi çoğu zaman farklıdır: Onlarınki ölüm gerçeğiyle kavgaya tutuşmaktır.
Hatta Facebook, Twitter gibi sosyal ağlarda bir ünlünün ölümü üzerine yazılanları sakin kafayla okuduğunda, utanıp sıkılır insan.
Çünkü yorumlar eninde sonunda "aman, üç günlük dünya! Bak, o da öldü! Biz kendi hayatımızın değerini bilelim" noktasına gelip dayanır.
Eski insanlar ölüm gerçeğini evreni anlamak için bir anahtar olarak kullanırlardı.
Oysa modern insanın "ölüm farkındalığı" egoist bir motivasyondan öteye gidemiyor.
***

"Yok böyle bir ölüm!"
Beklenmedik ölümler karşısında son zamanlarda bu tepki veriliyor.
Dahası, uzun süredir ölümcül bir hastalıktan çeken medyatik bir kişi hayattan ayrıldığında bile aynı tepki gösteriliyor.
Oysa öylesiyle, böylesiyle ölüm var, hep olacak!
Ama insanlık kadar eski bir buyruk var: "Öldürmeyeceksin!"
Yani...
Asla olmaması gereken, asla kabullenmememiz gereken ölümler göz kırpmadan işlenen cinayetler, haince ve bütün kutsalları çiğneyerek gerçekleştirilen kıyımlardır.
...
http://sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2011/02/04/olum_ve_biz

3 Şubat 2011 Perşembe

TEHLİKELERİN FARKINA YA VARAMASAYDINIZ? YA BİR YANGIDAN KAÇMA HİSSİ SİZDE UYANMASAYDI? İŞTE 'LIPIOD PROTEINOZIS HASTALIĞI'


Bayan Crown ABD’nin Iowa eyaletinde yaşıyor, küçükken geçirdiği başka bir hastalık nedeniyle beynin korku duygusundan sorumlu bölümü hasar duymuş ve o zamandan bu yana başına gelen hiçbir olay karşısında korkmamış... Şu anda 44 yaşında ve 3 çocuk annesi... Uzmanlara göre Bayan Crown’un hayatta karşımıza çıkan çok sayıda tehlike karşısında, böyle hastalığa sahip olup ta hayatta kalması bir mucize !

Hiçbir şeyden korkmamak, korku duygusuna kapılamamak, sürekli soğuk kanlı kalmak nasıl bir şey olabilir diye düşündünüz mü hiç ? Ya da hiçbir şeyden korkmamanın nasıl tehlikelere yol açabileceğini ?

Bugüne kadar hepimiz sonu “fobi” ile biten birçok korku hastalığını duyduk, ya hiç korkmama nasıl bir durumdur ?

“Current Biology” dergisinde yayınlanan araştırma, korku duymama hastalığını ve Bayan Crown’un durumunu ele almış. Bayanın yakalandığı hastalığın adı ''Urbach-Wiethe'' diye de bilinen Lipoid Proteinozis hastalığıdır.

Iowa Üniversitesinden nörolog Justin Feinstein, Bayan Crown’da, Lipoid Proteinozis hastalığı bulunduğunu, bu nedenle beyninin, başta korku olmak üzere duyguların denetiminden sorumlu “amigdala bölgesinin” hasar gördüğünü söyledi.

Dr. Feinstein, nadir rastlanan hastalığı nedeniyle 10'lu yaşlarında beyninin bu bölgesini kaybeden Crown’un, o zamandan bu yana hiçbir şekilde korku hissetmediğini ve dolayısıyla çevresindeki tehlikelerin farkına varamadığını kaydetti.

Buna ilişkin örnekler de veren Dr. Feinstein, korku duygusunu en son çocukluk yaşlarından yaşayan Bayan Crown’un bir akşam parkta oturan bıçaklı bir adamın kendisini çağırması üzerine ona doğru yaklaştığını ve saldırganın bıçağı boynuna dayamasına rağmen korku ya da paniğe kapılmayıp öylece serinkanlı kaldığını anlattı. Bu ve buna benzer durumlarda karşı karşıya kaldıkları tehlikenin ciddiyetine farkına varamayan bu tür hastaların hayatı sürekli tehlikededir. Trafikte araba altında kalıp ezilmekten, başlarına gelebilecek saldırıdan, hastalanmaktan ve benzeri durumlardan korkup önlem almadıkları için, her an hayatlarını ve sağlıklarını kaybedebilirler.

Bayan Crown’un korkusuzluğunun defalarca test edildiğini söyleyen Dr. Feinstein, kadına en dehşet verici korku filmlerinin izlettirildiğini ve hatta sürüngenler ve böceklerden hiç hoşlanmadığını söylediği için ona örümcek ve yılan gösterildiğini ifade etti.

Ancak en ufak bir korku belirtisi göstermeyen Crown’un hayvanlara yaklaşıp dokunmaktan hiç çekinmediğini kaydeden Feinstein, tehlikeyi hissedemeyen ve kendini korumayan kadının ''hala hayatta olmasının gerçekten de olağanüstü olduğunu'' kaydetti.

Uzmanlar Bayan Crown gibi nadir görülen örnekler üzerinde çalışarak, beynimizin yapısı içindeki sırlarını çözmeye ve bulguları doğrultusunda beyin ve ruh hastalıklarına bir çare bulmaya çalışıyorlar. Örneğin Dr. Feinstein, Crown’un durumunun, çatışma yaşayan askerlerde de görülebilen travma sonrası stres bozukluklarının ve fobilerin tedavisinde yeni yöntemlere ışık tutabileceğini düşünüyor....

BEYNİNİZDE KÜÇÜCÜK BİR HASAR BİLE OLUŞSA HAYATINIZ DEĞİŞEBİLİYOR. İŞTE BU HASTALIK DA BEYNİN TAM VE EKSİKSİZ YARATILDIĞININ BİR BAŞKA DELİLİ. ÇÜNKÜ EĞER BEYİN TESADÜFLER SONUCU ORTAYA ÇIKSA, BU HASTALIK GİBİ TRİLYONLARCA ÖLÜMCÜL HASTALIK, EKSİK ÇALIŞMADAN DOLAYI OLUŞACAKTI. AMA BEYİNLERİMİZ VE BEDENLERİMİZ MUAZZAM ÇALIŞIYOR, İŞLİYOR..

1 Şubat 2011 Salı

MAKROKOZMOS'tan MİKROKOZMOS'a YOLCULUK GERÇEKLEŞTİKÇE GÖRÜLDÜ Kİ, DURAĞAN GÖRÜNEN HİÇBİR ŞEY DURAĞAN DEĞİL, MADDE MADDESEL DEĞİL VE HER ŞEYE HAREKETLİ ENERJİ DALGALARI EŞLİK EDİYOR...



Gördüğümüz dış dünyanın ve tüm evrenin sabit gibi duran tüm öğelerinin temelinde HAREKETLİ ve ENERJİK ATOMLARDAN oluşmuş bir bütünlük yatmaktadır. Yani, baktığımız ve gördüğümüz her şeyin aslında bir de görünmeyen tarafı var ve insanlık bu görünmeyen tarafı keşfettikçe, geniş alanlarda kullanma olanağına kavuşmuş oluyor...

• Ucu bucağı belirsiz, sonsuz ufuklara kadar yayılan bu kozmosa, bilimciler "makrokozmos" adını verirler. Büyük Evren....
• Makrokozmostan sonra bir de "mikrokozmos" vardır. Yani küçük evren!

Büyük evreni herkes görebiliyordu, gece yıldızlara bakarak, güneşe ve aya bakarak... görülebilir bir evren... Belki ulaşımı bile kolay oldu ki, artık uydumuz Ay'dan sonra, insansız araçlarla gezegenlere gidebiliyor, Hubble teleskopu ile çok uzaklardaki galaksilerin bile fotoğraflarını çekebiliyoruz...
Peki göremediğimiz, mikrokozmos evrene nasıl ulaşabilecektik?

Hareketsiz görülen, durağan olduğunu düşündüğümüz maddenin içi keşfedildikçe, anlaşıldı ki, atomların içinde de ahenkli ve heybetli bir kozmos vardır.

Gezegenlerin ahenkli yörüngelerinden sonra, atom çekirdeği etrafında dönen yörüngelerde hareket eden elektronların düzgün, bir yol izlediği düşünüldü. Ama aksine, bu elektronların hareketine "dalgalar" eşlik ediyordu... Yani burada durağanlık yoktu...

Atom çekirdeğinin içinde bulunan proton var, ama protonun içinde ne var? Araştırıldı ve sonunda o da bulundu, protonun da içinde kuark adı verilen milimetrenin trilyonda biri kadar küçük bir mekana sığışmış parçacıklar var.Yani dünya içinde dünya, onun içinde de dünyalar.

Kuarkları da birbirine bağlayan kuvvetin ne olduğu da keşfedildi ve buna "gluon" denilen kütlesiz parçacıklar olduğu kesinlik kazandı..

• En sonunda mikrokozmos yani küçük evren de bu şekilde keşfedilmiş oldu.

Derinlere inildikçe, inanılmaz güzellikler, birbiriyle çok güçlü enerjilerle bağlanmış parçacıklar, düzensizliğin içinde düzen ve matematiksel şaheserler keşfedildi.. Yani her şey birbirine enerji ile bağlı, düzensizliğin içinde düzen olan bir kaosun mükemmel uyumu var.

10 üzeri artı’lardan 10 üzeri eksi’lere kadar inildikçe hiç şaşmayan üstün bir düzen, enerji kütleleri, karşılıklı çekim ve etkileşim, kısacası müthiş bir DENGE var, öyle bir denge ki, hiçbir tesadüfe yer bıraktırmayacak kadar !

***
“O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” [Mulk Suresi, 3.ayet]
_