31 Ocak 2011 Pazartesi

2 SANİYELİK RÜYADA 6 AYLIK ZAMAN NASIL YAŞANIYOR?


Hipnoz rüyaların vaktini de ortaya çıkardı !

Dr. B. Klein adında Amerikalı bir ruh bilimci yardımcıları ile birlikte yoğun çalışmalara koyuldu. Gönüllülerin arasından seçtiği bazı kişileri hipnotize ederek uyuttu. Belli bir süre sonra da uyandırıp rüyalarını dinledi.

Neticede bir rüyanin yirmi saniyeyi geçmeyecek kadar kısa sürdüğünü tespit etti. İşin en enteresan tarafı ise; uyandırdığı gönüllülerin üç-bes saniye süren rüyalarını saatlerce anlatmalarıydı. Hatta bir kısmının rüyası yazılmaya kalkılsa ortaya kalınca bir macera romanı çıkabilirdi.

Dr. Klein yılmadan bu işin üzerinde çalışmalarına devam etti. Vardığı sonuç; en uzun rüyanın bile doksan saniyeyi geçmediği oldu.

Dr. Klein’e karşı çıkan ruh bilimciler hipnotizmayla uyutmanın normal bir uykuyla kıyaslanamayacağı ve bu denemelerin geçersiz sayılacağı yolunda görüş bildiriyorlardı.

Chicago Üniversitesi uzmanlarından Dr. Kleitman ve öğrencisi Aserinsky l953 yılında geniş çapta çalışmalara başladılar. Objektif deneylerini daha sonra nörofizyolojik sahada devam ettirdiler.

Dr. Kleitman otuz yıldan beri kendisini rüyadan mahrum etme denemeleri yapmaktaydı. Fakat hiçbir zaman bir haftadan fazla tahammül gösterememişti.

Otuz yıllık çalışması aradığı sonucu vermeyince başkalari üzerinde değisik deneyler yapmaya başladı. Deneyin sonunda rüya esnasında kısa veya uzun süren süratli göz hareketlerine tanık oldu. Denemeye tuttuğu kimseleri göz hareketlerinin başladığı ve bittiği devrenin çeşitli bölümlerinde uyandırdı. Böylece her defasında kişilerin rüya görmüş olduklarını öğrendi. Ömrü boyunca hiç rüya görmediklerini iddia eden kişileri topladı onların üzerinde testler yaptı. Göz hareketlerinin başladığı anda uyandırdığı bu kişiler hayret ve şaşkınlık içinde ilk defa rüya gördüklerini söylediler.

Dr. Kleitman bundan şu sonucu çıkardı herkes rüya görür fakat bazı kimseler rüyalarını hatırlayamamaktadır. Rüyanın objektif olarak en büyük delili ise uyumakta olan kimsenin hızlı göz hareketleridir.

Rüyaların Süresi 

Rüyalarda yaşananlar inanılmayacak kadar hızlı gelişir. Bir kaç dakikalık rüya esnasında bile çok uzun sürdüğünü sanılan garip, şaşırtıcı ve çok değişik olaylar birbirlerini izler, bu nedenle rüyada zaman kavramı oluşmaz. Ancak zaman kavramını, uyandıktan sonra beyinin öğretileri ve alışkanlıkları doğrultusunda saptadığımız bir anlar toplamıdır sadece.

GÖRÜNMEZLİK MÜMKÜN OLURSA NELER OLUR SİZCE?


Science dergisinde yer alan bir habere göre Almanya'da yapılan çalışmalar sonucunda, cismin yaydığı ışını kontrol atına alarak görünmez hale getirilmesi yönünde önemli bir adım atıldı. İşte araştırmanın ayrıntısı:

Science dergisinde yayımlanan araştırmayı yürüten ekibin başında bulunan, KarlsruheTeknoloji Enstitüsünden Tolga Ergin, dönüşüm optiği kullanılarak görünmezliği sağladıklarını belirtti. Bu teknolojiyle, ışığın yayılımı yönlendirilebiliyor, kontrol altında tutulabiliyor.

Ergin ve meslektaşları, fotonik kristaller kullanarak bir görünmezlik perdesi elde etti. Buperdeyle, altın bir yüzey üzerindeki küçük bir yumruyu görünmez hale getirmeyi başardılar. Bu perde, özel merceklerden oluşuyor. Perde ile, yumrudan çıkan ve görünürlüğünü sağlayan ışık demetleri yönlendirilerek cisim gizleniyor. Bu işlem, bir cismi halıyla örtüp gözden uzak hale getirmeye ve sonra halıyı da görünmez yapmaya benziyor. Buradaki mercek sistemi ile oluşturulan perde, cismi örten ancak görünmeyen halı gibi davranıyor.

Ergin, Reuters'a telefonla yaptığı açıklamada, "Elde ettiğimiz sonuçlar oldukça heyecan verici, çünkü insanoğlu her zaman görünmezlik istemiş veya görünmezlik pelerinine sahip olmayı düşlemiştir. Bizim çalışmamız, bunun mümkün olabileceğine dair ilk ipucunu sağladı. Bu tekniğin işe yaradığını gösterdi" dedi.

Ergin, bir insan veya bir arabanın, uyguladıkları bu teknikle görünmez hale getirilmesi için uzun yıllar daha çalışılması gerektiğini de belirtti.

Dönüşüm optiği alanında geçmişte çeşitli teknikler önerildiğini, bunlar arasında,ışın demeti yoğunlaştırıcı, ışın demeti yönlendirici gibi tekniklerin yer aldığını, ayrıca her yönden gelen ışınları bir noktada toplayacak antenler ve daha nice teknikler önerildiğini belirten Ergin, "Geleceğin neler getireceğini henüz bilmiyoruz. Ama bu alanda olasılıklar ve imkanlar oldukça geniş" diye konuştu.

Görünür ve görünmez alemlerle ilgili olarak;
7:54 -...İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.


30 Ocak 2011 Pazar

KAHVE ÇEKİRDEKLERİ ARASINDAKİ ADAM KAFASINI KAÇ SANİYEDE BULACAKSINIZ?


DİKKATİNİZİ ÖLÇMEYE NE DERSİNİZ?

Kahve çekirdekleri arasındaki adamın kafasını görebiliyor musunuz? Eğer 3 saniyeden kısa sürede görürseniz, beyninizin sağ tarafı solundan daha iyi çalışıyor demektir.

29 Ocak 2011 Cumartesi

DİLİMİZLE KAÇ FARKLI TADI ALGILARIZ?


TAD ALMA MUCİZESİ

Bugün bilim dünyasında beş ana tat olduğu görüşü ağır basmaktadır: Tatlı, tuzlu, acı, ekşi, umami.

Bunlardan ilk dördü herkesin tanıdığı, bildiği tatlardır; fakat umami, bazı üyelerimizin ilk defa karşılaştığı bir kavram olabilir. Umami, proteinlerin yapısındaki 20 farklı amino asitten birisi olan glutamattan kaynaklanan bir tattır. (Glutamat, et, balık ve baklagiller familyasından olan bitkilerde bulunur. Ayrıca hazır gıdalarda tat artırıcı olarak kullanılan monosodyum glutamat da bu tadı verir.)

Bazı bilim adamları yediğimiz, içtiğimiz besinlerin bu beş tadın karışımı olduğunu söylerken bazıları da bu görüşe katılmamaktadır. Profesör Andrew Spielman (New York Üniversitesi Dişçilik Fakültesi), Profesör Joseph Brand (Monell Kimyasal Duyular Merkezi), Dr. Wentao Yan (New York Üniversitesi Dişçilik Fakültesi) gibi bazı araştırmacılar başka tatların da temel tat olabileceğini düşünmektedirler: Yağ, su, metalik tatları gibi.

Araştırmaların gün ışığına çıkardığı bir bilgi de "tat haritası"nın yanlış olduğudur. Tat haritası, tatlılığın dilin ucu, tuzluluğun dilin kenarları, ekşiliğin dilin yanları, acılığın ise dilin arkası tarafından algılandığı görüşüne dayanıyordu. Bu haritanın 19. yüzyılda yapılan araştırmaların yanlış yorumlanmasının sonucu olduğu anlaşıldı. Çünkü son bilimsel çalışmalar tat hücrelerinin birden fazla uyarıcıya tepki verdiğini göstermiştir. Diğer bir deyişle, her bir tat hücresinde düşünüldüğünden çok daha kompleks haberleşme sistemlerinin olduğu ortaya çıkmıştır. Her tat hücresi zannedildiği gibi sadece belirli bir uyarıcıyla değil, birden çok uyarıcıyla iletişim kurmaktadır. Alıcı hücrelerdeki haberleşme yöntemleri, hücrelerin yaratılış eseri olduğunu açıkça gösteren delillerden birisidir.

AĞRI ÇEKECEĞİM PSİKOLOJİSİ İNSANA BÜYÜK AĞRI ÇEKTİRİYOR!


AĞRILARI HER ŞEYDEN BAĞIMSIZ ALGILAMIYORUZ! BİZ BEYNİMİZİN BİZE SUNDUĞU DÜNYAYI İZLİYORUZ! İŞTE BAKIN BİR İSPATI DAHA..

İnsan kendisin şiddetli ağrılara hazırlarsa örneğin diş dokturo randevusu öncesinde olduğu gibi, vücudun hazırlıksız yakalanmasına kıyasla, ağrıları daha da şiddetli hisseder. Kuzey Carolina'da Winston-Salem Ünevirsetisi'nden bilimciler Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde, bedensel acının nasıl sübjektif algılandığını açıklayıp şu sonucu çırakıyorlar:

"Rahatsızlığı veren hislerin yoğunluğu, öncesinde ne kadar acı beklentisine girildiğinden büyük ölçüde etkileniyor."

Amerikalı nörobliyologlar ağrı makaleleri için kılı kırk yaran bir araştırma düzeni seçtiler.

Araştırmaya gönüllü olarak katılanlara, rahatsızlık veren ama tehlike yatarmayan sıcaklık uyarmaları uyguladılar. Araştırmacılar, hep aynı zaman aralıklarıyla acı uyarmalarının önce düşük sonra orta ve sonunda şiddetliye kadar arttırdılar. Gönüllüleri bu artışa iki gün boyunca alıştırdıktan sonra, eziyetin türünü değiştirdiler. Bu kez gönüllülere, orta şiddette bir acı uyarması bekledikleri anda şiddetli bir acı uyarması uyguladılar. Belenmedik şekilde şiddetli sıcaklığa maruz kalanlar gönüllülerde acı algılaması, şiddetli acının beklendiği ve uygulandığı deneylere kıyasla yüzde 28 düştü. Ağrılar, en güçlü ağrı kesici grubu olan opiyatlarla da yaklaşık yüzde 30 azaltılabilir.

Araştırmayı yöneten nörobiyoloji uzmanı Robert Coghill,

"Ağrıları her şeyden bağımsız algılamıyoruz" diyor.

"Ağrı sadece negatif uyarmaya maruz kalan vücut bölgesinden çıkan sinyallerden ibaret değil, her insanda eşsiz olan düşünce dünyasından gelişiyor."

Araştırma, şiddetli arğı beklentisinin farklı beyin bölgelerinde artış gösteren sinirsel faaliyetlerleel ele gittiğini gösterdi. Ağrı daha gelmeden önce, ağrı algılamasının yolu adeta kapatılmıştı.

ALGILAR DÜNYASINDA İNSAN SADECE BEYNİNİN KENDİSİNE HİSSETTİRDİKLERİNİ YAŞAMAYA MAHKUMDUR

Bu konuda durup düşünmek lazım. Beynimiz şartlanmışlıktan tatlıyı acı, acıyı tatlı gösterme yeteneğine sahip.

HİPNOZDA SOĞUK BİR KALEMİ SICAK ATEŞ OLARAK SÖYLEDİĞİMİZDE DENEĞİN KOLUNDA YANIK İZİ KALIYOR

Algılar dünyasında elektrik sinyallerinin dış dünyadaki nesne veya objelerden geldiğini de kimse kanıtlamayamaz. Bunun en büyük örneği de hipnozdur. Gerçekten hipnozla insanlara farklı algı dünyası yaratılmaktadır.
---

"Gaybın anahtarları O’nun Katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır." (En’am Suresi, 59)

--

Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır. Rum Suresi, 7
-

28 Ocak 2011 Cuma

MAVİ VE YEŞİL DÜNYA.. RENKLERİN RUHA ETKİSİ


Ruhumuz bazen sudaki titreşimler kadar hassas, arının çiçeği salladığı gibi dengeli ve yağmur damlasının rüzgarda savrulduğu kadar hafif olur. Yeşil ve mavi... Renkler ruhumuzu nasıl etkiler?

Yesil: Güven veren, rahatlatan ve doğanın yansıtıcısı bir renk olması sebebiyle de ruhu dinlendirir. İç açıcı ve güven veren bir renktir. Aynı zamanda umudu, yeniliği, gençleşmeyi ve yeniden canlanmayı çağrıştırmaya vesile olur. Paylaşım, cömertlik ve uyumun rengidir.

Mavinin dinlendirici özelliği ile adeta yarışır. Hele mavi ve yeşil bir araya gelebiliyorsa, Cennet hissiyle bir etkileşim ortaya çıkarır.

Mavi: Ruhun enerjisini dengeleyen, huzur veren dinlendirici özelliğinin yanında, insan üzerinde tansiyonu dahi düşürebilen bir gücü vardır. Büyük yorgunlukları yok eden inanılmaz yoğurucu bir potansiyeli vardır. İnsanın kötü şeyler yapmasını engelleyecek kadar da huzur verir.Kan akışını da yavaşlatır bu huzur.

Mavi yeryüzünde en çok karşımıza çıkan renklerden biridir. Gökyüzü ve denizler buna en güzel örnektir. Mavi gökyüzü ve deniz; özgürlüğü, huzuru ve sonsuzluğu ifade eder. Mavi renk durağan ve çok göze batmayan bir renk olduğu için özellikle arka fonlarda kullanılabilir. İnsana rahatlık ve huzur veren, dinlendirici bir renktir.
---
İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır. (RAHMAN/48)
(Bu cennetler) yemyeşildirler. (RAHMAN/64)

27 Ocak 2011 Perşembe

FİZİKÇİLERDEN BÜYÜK İTİRAF: 'BEYNİN KABUKSAL, ALT KABUKSAL, KENAR BÖLGELERİNE KADAR BAKTIK, AMA BİR GÖZLEMCİ BULAMADIK!..'


Eğer gören gözlerimiz değilse, kapkaranlık mekan içinde göze, retinaya, merceğe, göz sinirlerine ihtiyaç duymadan rengarenk bir çiçek bahçesini seyreden ve bundan zevk alan kimdir?

Kulağa ihtiyaç duymadan elektrik sinyallerini tanıdıklarının sesi gibi duyan, bu sesleri duyduğunda sevinen, bu sesleri tanıyan varlık kimdir?

Hiçbir kokunun girmediği beynin içinde fırındaki kekin kokusunu duyan, bundan zevk alan kimdir?

Bir çiçeği gördüğünde ondan zevk alan, bir kedi yavrusu gördüğünde ona sevgi duyan, hiçbir ele, parmaklara ve kasa ihtiyaç duymadan kedinin tüylerini okşadığını hisseden kimdir?

Sadece sinir hücrelerinden oluşan birkaç yüz gramlık et parçası, yaşadığımız hayatın, üzüntülerin, sevinçlerin, dostlukların, vefanın, samimiyetin, coşkunun sebebi olabilir mi?

Eğer bunların sebebi beyin değil, tüm bunları algılayan varlık ise, bu durumda algılayan kimdir?

Dış dünyayı algılayan, beynimizin içindeki "küçük insan" mı?

Kuantum fizikçilerinin bahsettiği "gözlemci" mi?

Bu gözlemci, beynin içinde bir yerlerde mi?

Eğer değilse nerede?

Fred Alan Wolf, bu soruyu şu şekilde cevaplamaktadır:

"Bir gözlemcinin kuantum fiziği bakış açısından ne yaptığını biliyoruz. Fakat kimin ya da neyin gerçekten gözlemci olduğunu bilmiyoruz. Bu demek değil ki bir cevap bulmaya çalışmadık. İnceledik. Kafanızın içine girdik. Her yere baktık gözlemci denen bir şey bulmak için. Kimse yoktu. Beyinde kimse yoktu. Beynin kabuksal (kortikal) bölgelerinde kimse yoktu. Alt kabuksal (kortikal) bölgelerde ya da kenar bölgelerde de kimse yoktu. Gözlemci denecek kimse yoktu. Ama yine de dış dünyayı gözlemlerken bizler, gözlemci denen şeyin varlığının deneyimlerine sahibiz."

Gerçek Olan Hangisi : Yaşam, Rüyalar, Ölümün Ötesi mi ?


Christopher Nolan’ın iki yıl üzerinde çalıştığı ve senaryosunu yazmış olduğu “Inception” filmi Türkçe adı ‘Başlangıç’la vizyona girmişti. Bu isim çok anlamlı... Rüyaların gerçek hayatla karıştığı ve hangisinin gerçek olduğunun dahi bilinemediği rüyalar dünyasında bir gezinti sunuyor, filmde dikkat çeken, Hz.Peygamberin meşhur bir hadisi ile şaşırtıcı bir benzerlik taşıması: "İnsanlar uykudadır, ölünce gözleri açılacak" Filmdeki uyanma sahnelerini düşününce insan hayret ediyor.

Hz. Mevlana ‘Rüyâdaki suretleri gerçek bil, hayâl sanma bedensiz bedene sahipsin, tenden çıkmaktan korkma!’der…Aslında filmde zaman zaman gerçek yaşamında adeta bir rüya olduğu hissi seyirciye veriliyor..Bu da çok ilginç. 

Bir şekilde insanın zihninde yatan her şeyi öğrenmek istiyorsanız onun beyninin en derin noktasına ulaşmak zorundasınız. Bu yüzden Nolan’a göre rüya içinde rüya, tekrar bir rüya, sonra bir rüya diye dördüncü boyuta geçmeniz gerekiyor. 

Belki de ‘Hayat’ denen şey bir nevi ‘Rüya’ veya ‘Simülasyon’ bizim bedenlerimiz ya da asıllarımız dünyada değil. Tıpkı Avatar filminde olduğu gibi… Tasavvufa göre; ‘Hâlbuki madde misaldir, misâlin misâli olmaz, eşya son surettir. Kopyanın kopyası ilim olmaz, onlar Âdem’in ruhuna değil, çamuruna; kopyasına bakarlar!’ 
Hz.Mevlana bakın nasıl açıklıyor; ‘Dünya oyundur yani gölge oyunu gönlümüzdeki varlıklar dışımızda bir aynaya yansıyor, biz bunun seyrine dalıyoruz esasında gölgelerdir, nitekim gönlü sıkıntıda iken en güzel gölge bizi avutmuyor, demek işin aslı bizde imiş bizdekinin aslı da erenin gönlünde bu oyun bozulacak’. Hiç kimse hangimizin gölgesi daha güzel diye yarış yapmıyor, bu gölge oyununda kim birinci olur ki? Gölgeleri oynatandan başka.’

İbn Arabî’ye göre ruh ile beden, akıl ile hisler arasındaki bir berzahta olan nefs, hayal mertebesindedir.

İbn Arabî, marifetin ifadesi açısından rüyanın (hayalin) önemine dikkat çekerken, Ona göre hayal, düşüncenin kurucu öğesi değil, aynı zamanda âlemin de bir öğesidir. Ulvî ve suflî âlem arasında olan insan hayal mertebesindedir. Yani O, hayali sadece zihne ait bir kurgu olarak ele almaz, Aynada ayan olan, kendini görür! ‘Âlemi de böyle bil, HAKK âlemde ayan oldu! Yani kendini gördü. Madde bizden habersiz, HAKK’tan haberdardır! ; biz ise aksine maddeden haberli, HAKK’tan (öz) habersiz’.! 

Uykudasınız; ölünce uyanacaksınız” hadis-i şerifi filmin içinde yer aldığı düzlemi tanımlayabilir. Filmin içinde birkaç defa değişik biçim ve bağlamlarda tekrarlanıyor bu cümle. Rüya ile bir üst var oluş basamağının ilişkisi benzer bir uyanış\ölüş üzerine kuruluyor. Bir alt basamakta ölmek, bir üst gerçeklik basamağında uyanmak anlamına geliyor...

_

DÜNYANIN EN İLGİNÇ 10 HASTALIĞINI BİLİYOR MUYDUNUZ? ALLAH ELBETTE GÖSTERMESİN VE BOL ŞİFA VERSİN DİLEKLERİMİZLE..


1-Morgellons:

14 bin insanda görülen bu rahatsızlığın, parazitlerden kaynaklı olduğu düşünülüyor. Kişinin derisinden siyah, mavi ya da kırmızı renkte lifler sarkıyor.

2-Progeria:

Erken yaşlanma hastalığı olarak da biliniyor. Genetik olan hastalığa yakalananlar genelde 12-13 yaşına geldiklerinde hayatlarını kaybediyorlar.

3-Su alerjisi:

Bugüne kadar sadece 30 kişide görülen hastalığa yakalananlar, damıtılmamış suda bulunan iyonlara karşı aşırı hassaslar. Hastalar ne rahatça su içebiliyor, ne de duş alabiliyorlar.

4-Yabancı aksan sendromu:

Beyindeki konuşma bölgesinin hasar görmesi sonucu kişinin normal aksanını kaybedip farklı aksanla konuşması sendromu.

5-Ölümüne gülmek:

Yeni Gine’deki bir kabilede görülen hastalıkta kişi kontrolsüzce gülmekten dolayı önce vücut hâkimiyetini ardından da hayatını yitiriyor. Kahkahanın süresi 3 aya kadar çıkabiliyor.

6-FOP:

Hastanın kasları kemiğe dönüşüyor ve kişi heykel gibi hareketsiz kalıyor.

7-Alice sendromu:

Kişi, çevreyi olduğundan farklı algılıyor. Görme, dokunma, duyma duyularını etkileyebilen hastalık yüzünden örneğin nesnelerin boyutları gerçekte olduklarından çok farklı algılanabiliyor.

8-Porfiria:

Mor renkte idrar ve dışkıyla kendini belli ediyor. Deride güneşe karşı aşırı hassasiyete, kaşınmaya, alın bölgesinde aşırı tüylenmeye yol açıyor.

9-Pica:

Tebeşir, boya gibi maddelerin yenmesi alışkanlığı.

10-Moebius sendromu:

Kalıtsal olan bu bozukluk yüz felcine yol açar. Kişi mimik yapamaz.

---
Onların (arıların) karınlarından renkleri çeşitli şerbet çıkar ki onda insanlar için şifa vardır. İşte bunda da tefekkür edecek bir zümre için elbette ayetler vardır. (Nahl-69
-

26 Ocak 2011 Çarşamba

PARALEL EVRENLERDE GÖRÜNMEYEN BOYUTLARDA TÜM ZAMANIN AYNI ANDA YAŞANMASI MÜMKÜN!


EVRENDEKİ GÖRÜNMEYEN KAPILAR..

Kimi varlıklara göre ikinci dünya harbi şu an yapılıyor, kimi varlıklara göre Fatih daha yeni İstanbul’a giriyor, Topkapı’dan şehre giriyor şu an. Kimine göre Hz. Adem (a.s.)’ın çamuru daha yeni karılıyor, kimine göre Kıyamet kopmuş durumda. Mesela Allah Kuran’da Kıyamet’in kopuşunu çok detaylı anlatıyor.

An demek sonsuz kısa zaman demektir. Yani saniyenin katrilyonda biri çok kısa bir süre. Katrilyonda biri diyemiyoruz kısalığına. Yani anı tarif etmek için katrilyonda bir, saniyenin katrilyonda biri demek yeterli olmuyor. Sonsuzda biridir, sonsuzda biri. Yani sonsuz kısa zaman. Sonsuz evvel ve sonsuz sonra yani sonsuz sonra ve sonsuz evvel, sonsuz kısa zaman içerisinde, an içerisinde yaratılıp Allah Katında bitirilmiş durumda.

“Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübîn’de vardır” (En’âm, 59)
Kıyamet koptuğunda: “O gün arz, başka arza, semavat başka semâvata çevrilir” âyetinin hakikatı tecelli edecek. (İbrahim, 48)

Bu dönüşüme üç yönden bakılabilir:
1- Elementlerin bâki kalıp, sıfatlarının başka sıfatlara çevrilmesi.
2- İlk maddenin yok olup, başka maddenin yaratılması.
3- Maddenin bir algılar bütünü olarak algıdan alınıp yerine yepyeni bir yaratılışla yeni algı sisteminin insana-ruhlara verilmesi.

Birinci bakışla ilgili olarak İbn-i Abbas şöyle der:

“Arz, bu arzdır. Ancak sıfatları değişmiştir. Yeryüzünden dağlar uçar, denizler kaynar ve yeryüzü düzlenir. Öyle ki, ne bir iniş, ne de bir yokuş görülmez hale gelir. Semada ise, yıldızlar saçılır, gökler yarılır, güneş dürülür, ay hasfedilir; sema, bab bab açılır.” (Râzî, XIX, 146-147)

HAFIZA KAYBINA KARŞI GENETİK TEDAVİ BULUNDU!


Hafıza Kaybına Genetik Tedavi Bulundu

Alzheimer hastalarında, beyin hücrelerinin iletişim bozukluğu aşamalı olarak artan unutkanlığa yol açıyor. Dünya çapında insan ömrünün giderek uzaması nedeniyle, Alzheimer ve benzeri bunama hastalıkları daha sık görülüyor. San Francisco merkezli Gladstone Nörolojik Hastalık Enstitüsü'nde görevli araştırma ekibinin farelere uyguladığı deneyin sonuçları saygın bilim dergisi Nature'da yayımlandı.

Araştırmacılar, EphB2 adlı kimyasalın beyin hücrelerinin birbiriyle haberleşme problemlerini azalttığını ve hatta engelleyebildiğini söylüyor. Araştırma, Alzheimer hastalarında noksan olan EphB2'nin hafızada önemli bir rol üstlendiğine işaret etti. Alzheimer hastalarının beyinlerinde 'amyloid' adlı toksik bir proteinin tabakalar halinde biriktiği biliniyor. Zaman içerisinde bu birikme, hastanın beyninin ölümüne yol açıyor. San Francisco'daki araştırma ekibi, amyloid tabakanın EphB2'leri kendisine kenetleyerek, beynin geri kalanını hafıza için kilit önemdeki bu kimyevi maddeden mahrum bıraktığını düşünüyor. Ekip, farelerin beyinlerindeki EphB2 oranını genetik müdahale ile azaltıp çoğaltarak, hafızalarının nasıl etkilendiğini izledi. Beyinlerindeki EphB2 seviyesi düşürülen farelerin Alzheimer semptomları göstermeye başladığı görüldü. Beyindeki EphB2 seviyesi yükseltilince, farelerin hafıza sorunu ortadan kalktı.

---
Allah, bir ayette insanların, “O'nun nimetlerini bir genelleme yaparak dahi saymaya güç yetiremeyeceğini” bildirmiştir. (Nahl Suresi, 18) 
-


25 Ocak 2011 Salı

BU ŞEHRİN HAMMEDDESİ ÇİMENTO-DEMİR-TUĞLA MI? YOKSA OLAĞANÜSTÜ BİR ENERJİ HAREKETİ Mİ?


Atomu oluşturan parçacıkların kendi eksenleri etrafında olağanüstü bir hızla dönüşlerine "spin" denilmektedir. Parçacıkların spin hareketi ilk kez 1925 yılında farkedildi ve bu dönüş "Pauli Dışlama İlkesi" olarak anılmaya başlandı. Bu ilkeye göre, iki benzer parçacık aynı duruma sahip olamazlar, yani belirsizlik ilkesinin tanımladığı sınırlar içinde hem aynı konumda, hem de aynı hızda bulunamazlar. Bu kuralı şu şekilde açıklayabiliriz: Atom son derece ufak bir yapıdır ve o ufak yapının içinde de çok karmaşık bir trafik vardır. Eğer bu yapıyı oluşturan birbirine benzer parçacıklar aynı hızda ve aynı yönde hareket etselerdi ne olurdu, bir düşünelim:

Önce, protonu oluşturan 3 kuarkı ele alalım: 3 kuark aynı anda, aynı hızda ve aynı yönde hareket ettikleri takdirde, artık 3 kuark diye bir şey kalmaz, hepsi de tek bir kuark halini alırlar. Böyle bir durumda da protonların oluşması mümkün olmaz ve çekirdek, yani dolayısıyla atom oluşamaz. Çünkü kuark bir enerjiden ibarettir. Madde gibi aynı yönde ve aynı hızda hareket eden 3 ayrı enerji olabilmesi mümkün değildir. Bunların bir şekilde birbirlerinden ayrılmaları gerekir. Bu ayırım da ancak hareket farklılıklarıyla oluşabilmektedir. Ancak bu şartla, kuarklar (enerji paketçikleri), nötronları ve protonları oluşturabilirler. Şayet, kuarkların hepsi aynı yönde ve aynı hızda hareket etselerdi, ne protonlar, ne nötronlar, ne de çekirdek oluşabilirdi. Sonuç olarak, atomlar, moleküller dolayısıyla madde varolamazdı...

Görüldüğü gibi, "spin" hareketi, şu ana kadar gördüğümüz diğer özellikler gibi evrenin oluşumunda son derece hayati bir öneme sahiptir. Prof. Stephen Hawking'in ifadesiyle;

Eğer dünya, dışlama ilkesi olmadan yaratılsaydı kuarklar, birbirinden ayrı ve kesin tanımlı proton ve nötronları oluşturamazdı. Proton ve nötronlar da elektronlarla birlikte atomları oluşturamazdı. Hepsi, oldukça düzgün, yoğun bir "çorba" oluşturmak üzere biraraya çökerdi.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Platon: 'Nefsinin öğretmeni, vicdanının öğrencisi ol.'

GEÇMİŞE DÖNDÜREN MÜTHİŞ BULUŞ!


Geçmişi tekrar yaşamaya Ekminezi denir. Ekminezi tabirini Prof. Dr. Pitre bulmuştur. Hipnotizmayla uyuttuğu süjesinin, 10-20 sene önceki hayatını en ince ayrıntısına kadar yeniden yaşamaya başladığını görünce hayretler içinde kalmış ve bu olayı araştırmaya koyulmuştur. Ekminezi olayı hatırlamaktan farklıdır, geçmişi tekrar yaşamaktır. Hatırlamada geçmişten bahsederken olayların geçmişte olduğunu biliriz ve gerçek hayatımızı o anda içinde yaşadığımız olaylar teşkil eder. Oysa Ekminezi'de şimdiki zaman henüz gelecekte olan bir zamandır ve hipnoz altındaki kişi için mevcut değildir.

Dr. Pitres'in 17 yaşındaki bir hastasına uyguladığı hipnoz oldukça ilginç bir şekilde sonuçlanmıştır. Genç kızın hipnoz altında 12 yıl geriye götürülüp, 5 yaşına geldiğinde, o dönemde olduğu gibi Fransızcayı unutup, Gaskonca konuşmaya başladığı görülmüştür. Hipnoz altındaki kişi o yaşta Fransızcayı henüz öğrenmemiş olduğu için Fransızca soruları anlamamış ve yanıtlayamamıştır.(Yaş Geriletmesi ve Hipnoz)

Bir başka deneyde, 20 yaşındaki süjeyi 6 yaşına kadar indirmiş ve eline tebeşir verip yazı yazmasını istemişti. Süje tebeşiri sol eline alıp yazmaya başlamıştır. Süje, daha büyük yaşlara götürülünce bu defa sağ eline alarak yazmaya başlamıştır.

5-6 yaş altına getirilen süjeler konuşmayı unutuyor, emme ve yakalama hareketleri yapmışlardır.

İlk başta da belirttiğimiz gibi; "Ekminezi'de şimdiki zaman henüz gelecekte olan bir zamandır ve hipnoz altındaki kişi için mevcut değildir." Bu durum, derin düşünülmesi gereken çok önemli bir konudur.

Ekminezi asla bir reenkarnasyon değildir. Reenkarnasyon bilim dışı bir hayalperest hurafesidir. Tüm hak dinlerde de kesin olarak yalanlanır.

Ekminezi kişinin yaşadığı eski bir tarihe döndürülmesi yöntemidir. A.B.D.’li psikolog Helen Wambach bu yöntemi 1088 süje üzerinde uygulamıştır. Yöntem Fransızcada ecmnésie olarak yazılır. Terim Grekçe'deki ektos ("dışında") ve mnimi ("hafıza") sözcüklerinden türetilmiş olup ilk kez Dr. Pitre tarafından kullanılmıştır.

***
Kuran'da, Dünya hayatındaki ölümden sonra ahiret dirilişinin olacağı ve bunun da bir kez olduğu bildirilmektedir. Her insan dünyada sadece tek bir hayat yaşar, bu hayatından sonra ölür ve ölümünden sonra tekrar diriltilerek, dünyada tüm yapıp ettiklerine göre sonsuza kadar cennette veya cehennemde kalmayı hak eder. Yani insanın sonu olan bir dünya hayatı, bir de sonsuza kadar yaşayacağı ahiret hayatı vardır. İnsanların öldükten sonra dünya hayatına asla geri dönemeyecekleri Kuran'da çok açık olarak bildirilmektedir:

“Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkansız (haram)dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler.” (Enbiya Suresi, 95)

“Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım." Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.” (Müminun Suresi, 99-100)

23 Ocak 2011 Pazar

MÜON DENEYİ: "ZAMAN GENİŞLEDİĞİNDE CİSİMLER DAHA UZUN YOL ALABİLİYORLAR. ZAMAN, SADECE GÖZLEMLEYEN İÇİN VAR."


Uzaydan dünyamıza yüksek enerjili parçacık fırtınaları gelmektedir. Kozmik radyasyonlar olarak adlandırılan bu parçacıklar atmosferde engellenir ve neticesinde “MÜON” adlı parçacıklar oluşur. Müonların ömürleri ise çok kısadır. Ortalama yarı ömürleri 2.2 mikrosaniye ( saniyenin milyonda biri ) kadardır. Neticede, atmosferimizde durdurulan kozmik radyasyonlar, bu yeni parçacıklar yoluyla hareketlerine devam ederler... Bu resimde Müonun yaratılışını görebilirsiniz...

Müonlar, ışık hızına çok yakın bir hızla yere doğru inerler. Yapılan hesaplamalar göstermiştir ki, müonların neredeyse hepsinin yere ulaşmadan yaşam sürelerini bitirip ölmeleri grekirdi. Ancak yerde yapılan gözlemler beklenilenden çok fazla müonun atmosferden bize ulaştığını göstermiştir. Klasik fizik açısından, bu çelişkili bir durumdur. ANCAK BURADA YATAN ÇELİŞKİLİ DÜŞÜNCE, ZAMANIN GÖZLEMCİYE GÖRE DEĞİŞMEZ OLDUĞU YANILGISINDAN KAYNAKLANMAKTADIR. Hareketli cisimlerde zamanın genişlediğini bir önceki konumuzda anlatmıştık. Genişleme hesaba katılarak yapılan hesaplar deneylerle mükemmel bir uyum içerisindedir. Neticede müonlar zaman genişlemesi ile çok daha uzun yol alabilmektedirler.

Zamanın mutlak bir varlık olmadığı algılayana göre değişen bir tür inanç olduğu gerçeğini ünlü fizikçi David Mermin şu şekilde itiraf etmektedir:

“Aslında zamanın göreceliğinin gizemleri, saatlerin önceden var olan bir “zaman” kavramını ölçmediği ve bizim zaman anlayışımızın “saat ” olarak adlandırdığımız cisimlerin davranışını soyutlaştırmanın ortak bir yolu olduğu iyi bir şekilde kavrandığında, kaybolur. Böyle bir ayrım insanın tüylerini diken diken ediyor gibi gözükebilir... Zamanın olmadığı yalnızca saatlerin olduğu keşfi derin ve şaşırtıcı sonuçları vardır. Çünkü pek çok küçük şey için, zamanın saatlerin davranışını aşan bir gerçekliği olduğuna dair, içgüdüsel bir inancımız vardır. Kişi bu keşfi kabul ettiğinde ve mutlak zamana dair hatalı inancın pek çok yoldan bizim düşüncelerimize ve dilimize bulaştığını farketmeyi öğrendiğinde, zamanın göreceliğinin gizemleri kaybolur.”

Kaynak: Rossi B. and Hall D.B. (1941) ‘Variation of Decay of Mesotrons with Momentum’

-----
“Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir.” (Secde Suresi, 5)
__

YÜKSEKLİK KORKUSU, MESAFENİN FARKLI ALGILANMASININ BİR SONUCU



Yükseklik korkusu, genellikle düşmekten korkma ya da boşluktan tedirgin olma diye bilinir ama araştırmalar gösteriyor ki mesafeyi doğru algılayamamanın bir sonucu bu korku… 

New Scientist dergisinin yayımladığı bir araştırmaya göre, yüksekten aşırı derecede korkanlar, yüksek bir yere çıktığında bacakları titreyip başları dönenler, dikey mesafeleri olduğundan daha yüksek görüyorlar.

Bu kişiler ne kadar çok korkuyorlarsa, yükseklik mesafesiyle ilgili yaptıkları hatalar da o kadar büyük oluyor.

Buna denge, algı sorunun sebep olduğu söylenebilir. İnsanın dengesi birkaç unsur tarafından belirlenir. Görme, dokunma ve duyma. Olağan hareketler sırasında, bütün bu unsurlar kesişir. 

Ama olağan dışı bir harekette, değişik sinirler tarafından bu hareketle ilgili olarak beyne yollanan bilgiler çelişki yaratır ve algılama farklı olabilir. 

Aşağı bakan göz, yerin uzaklığını saptayamaz ve beyne kesin bilgi yollayamaz. Halbuki ayaklar sert bir şeyin üstünde durdukları için "yere dokunuyorum" mesajını verir. Bu iki farklı bilgi beyinde çelişki yaratır ve beyin, vücudun pozisyonunu netleştiremez.

Yükseklik korkusu olan insanların, dikey boyutları yanlış değerlendirdikleri belirlendi... 
California Eyalet Üniversitesinden psikolog Russell Jackson, araştırma sonucunun, geleneksel yükseklik korkusu (akrofobi) teorilerinin tam tersini gösterdiğini söyledi.

Psikologlar akrofobiyi, "normal olarak algılanan bir şeyden aşırı korku duymak" olarak nitelendiriyorlar.

43 kişi üzerinde yapılan araştırmada Jackson, akrofobinin önemli bir unsurunun, bu kişilerin gördükleri şeyi farklı algılayıp normal davranmaları olduğunun belirlendiğini söyledi.

Araştırmaya katılanlara önce bir köprüden geçerken veya dönme dolaba binerken neler hissettikleri soruldu. Ardından 14,4 metre yüksekliğindeki 5 katlı binanın yüksekliğini aşağıdan ve yukarıdan tahmin etmeleri istendi.

Deneklerden biri hariç hepsi binanın yüksekliğini olduğundan çok daha fazla tahmin etti. 

Bunun yanı sıra deneklerin binanın altından baktıklarında daha doğru tahminde bulundukları belirlendi. Yükseklik korkusu en fazla olanlar, binanın aşağısından yüksekliği 3 metre fazla tahmin ederken binanın tepesinden 12 metre fazla tahmin etti.

Jackson, 14 metrelik binayı 50 metre olarak gören yükseklik korkusundan mustarip olanların, normal bir insan 50 metrelik bir binada ne tepki verirse aynı tepkiyi verdiklerini söyledi. 

Jackson, "yükseklik söz konusu olduğunda korkusuz insan yoktur" dedi.

Virginia'da yapılan bir başka araştırmada da, yükseklik korkusunda yanlış algılamanın önemli bir faktör olduğu saptandı. Ancak araştırma başkanı Jeanine Stefanucci, yanlış algılamaya korkunun yol açtığını düşündüğünü söyledi.

*** "Ey kullarım, bugün sizin için korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız." (Zuhruf Suresi, 68)

22 Ocak 2011 Cumartesi

ZAMAN HEP AYNI MIDIR ? SİZ MI O MU SİZE AYAK UYDURUR ?


Yüzyıllar boyunca pek çok insan zamanın değişmez olduğunu düşündü. Hatta zamanı mekandan ayrı varolan soyut değişmez bir gerçek olarak algıladı. Newton fiziğine göre de mekandan bağımsız kendi kendine akıp giden bir zaman anlayışı vardı. Ancak bütün bunların yanlış varsayımlar olduğu ortaya çıktı. Yapılan hesaplamalar gösterdi ki: SABİT BİR HIZDA HAREKET EDEN CİSİMLERDE ZAMAN GENİŞLİYOR. 

Bu gerçek karşısında matematiksel mantık ve mantıksal atomculuk alanlarında çığır açan ünlü bilim insanı Bertrand Russell şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Bu tür olguların ancak bir tek açıklama yolu vardır, bu da saatlerin hareketle etkilendiklerini kabul etmektir. BEN BUNUN ÇOK DAHA DUYARLI SAATLERİN YAPIMIYLA ÖNLENECEK BİRŞEY OLDUĞUNU KASTETMİYORUM, çok daha temel bazı şeyler söylemek istiyorum. Diyorum ki, eğer iki olay arasında bir saatlik bir sürenin geçtiğini söylerseniz, eğer bu öneriniz ideal doğruluktaki kronometrelere ve en ideal dikkat gösterilerek yapılan ölçümlere dayanıyorsa, size göre rölatif olarak hareket eden, aynı dakiklikteki bir başka kişi, bu sürenin bir saatten fazla ya da eksik olduğunu söyleyebilir. BİRİNİN YANLIŞ, ÖTEKİNİN DOĞRU OLDUĞUNU İLERİ SÜREMEZSİNİZ; nasıl ki, biri Greenwich zamanını gösteren, öteki Newyork zamanını gösteren saat kullandığında, birine doğru, ötekine yanlış diyemezsek..”

Aynı türden iki saatimiz olsun. Bu iki saatin normal şartlarda aynı hızlarda çalışmasını bekleriz. Ancak saatlerden birini, hareketli bir cisme koyduğunuzda bu iki saat farklı şekilde çalışır. HAREKET EDEN CİSİMDE ZAMAN GENİŞLEMESİ DENİLEN BİR MUCİZE YAŞANIR. Bu cisimdeki saat yavaşlar. Bu şaşırtıcı gerçek deneylerle de ispatlanmıştır. Bu da zamanın mutlak ve değişmez olmadığının çok ilginç bir delilidir.

----
“Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz," ( Mümi'nun Suresi, 112-114 ) 
_____________________


21 Ocak 2011 Cuma

LİSELİ PSİKOLOJİSİNDEN HAYATA OLUMSUZ ETKİ EDECEK DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI


Öğrencilerin kendi aralarındaki farklı tiplemelere yanlış felsefelerinin çeşitli versiyonlarında rastlanılır. Örneğin:

"Fırlama" Tip:
Bunların en büyük özellikleri herşeye karşı umursuz ve cesur "takılmaları"dır. Her konuşma, olay ve ortamda aykırı olmalarıyla tanınırlar. Hocalara kafa tutar, sürekli herkesle alay eder, kendilerine aşırı güvenir, sürekli espri yaparlar. Bu tipler, aslında genelde duygusal ve ezik olurlar, bu ezikliklerini sivri ve uç hareketlerle kapatmaya çalışırlar. Dışarıya duygusallıklarını asla belli etmezler, kaba konuşmalar yapar ve duygusuz gibi görünmeye çalışırlar. Sınıfın kendilerinden beklediği tavrı göstermeleri gerektiği için asla korktuklarını ve üzüldüklerini belli etmezler. Genelde partilere, davetlere bu tipler mutlaka davet edilirler, çünkü bunlar herkesin gülmesini, eğlenmesini sağlayan "soytarı" karakterli tiplerdir.

"Bunalım" Tip:
Sürekli sıkıntılı, hiçbir ortama uyum sağlayamayan, karamsar tiplerdir. Sürekli olarak herşeyden şikayet eden bir yapıları vardır. Hiçbir şeyi beğenmez ve herkese bir kusur bulurlar. İçlerine kapalı ve düşüncelerini açığa vurmayan bu tiplerin genelde arkadaşevreleri pek yoktur. Eğlendirici bir yönleri de olmadığı için bu tiplere rağbet olmaz.

"Ukala" Tip:
Bunlar genelde aileleri zengin olan tiplerdir. Her yerde ve her durumda zenginlikleriyle ön plana çıkmak isterler. Kavgalarda, sınıf geçme durumlarında, konuşmalarda ailelerini öne sürerek işin içinden sıyrılma yolunu benimserler. Şahsiyetlerini ailelerinin servetinde arayan tiplerdir.

"İnek" Tip:
Kendilerini çeşitli fiziksel eksikliklerinden ötürü arkadaşlarından aşağı görürler. Bu açıklarını kapatmak için özellikle bilgilerini göstererek ve derslerine ağırlık vererek sivrilmeye çalışırlar. Bazen özel konular üzerinde uzmanlaşarak dikkat çekmeye çalışırlar. Motosikletler, sinema, elektronik, bilgisayar, koleksiyonculuk, vs. gibi. Her ortamda bu konular hakkında konu açmak ve bilgilerini gösterebilmek için fırsat kollarlar.

Lise dönemi, burada birkaçını saydığımız insan tiplemelerinden oluşan ve çarpık toplum inançlarının değer yargılarının zihinlere işlendiği bir dönemdir. Güldüren, zengin, beraberken gösterişyapılabilen kişi olmak gibi etkenler bu dönemin ana değer yargılarıdır. Genç insan, diğer insanları ahlaki özellikleri (örneğin dürüstlüğü, samimiyeti, fedakarlığı, içtenliği ve en önemlisi imanı) ile değil, kendisine sağlayabileceği çıkarlara göre değerlendirmeyi burada öğrenir. Yaşbüyüdükçe de lisedeki güldürme, eğlendirme, beraber gösteriş yapma gibi çıkarlardan daha da güçlü çıkarlar devreye girmeye başlar.

Nedenini bilmedikleri kurallara körü körüne uyma alışkanlığı kazanan kişilerin, akıl ve vicdan mekanizmaları da geri plana itilir ve bu özelliklerin gelişebileceği en verimli dönemde bunlar körelmeye terk edilirler.

20 Ocak 2011 Perşembe

ATOMU ARAŞTIRAN FİZİKÇİLER, ATOMU OLUŞTURAN DAHA KÜÇÜK PARÇALARIN MADDE OLMADIĞINI TESPİT ETTİLER!


Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar.

İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların boyutu ise daha da hayret vericidir:

10-18 (0,000000000000000001) metre.

Protonun içinde bulunan kuarklar hiçbir şekilde birbirlerinden çok fazla uzaklaştırılamazlar; çünkü, kuarklar arasında lastik bant gibi bir kuvvet vardır. Kuarkların arası açıldıkça bu kuvvet büyür ve iki kuark birbirinden en fazla 1 metrenin katrilyonda biri kadar uzaklaşabilir. Kuarklar arasındaki bu lastik bağlar, bir diğer parçacık türü olan "Gluon"lardır. Kuarklarla gluonlar birbirleriyle son derece güçlü bir iletişim halindedirler. Ancak, bilimadamları bu iletişimin nasıl gerçekleştiğini halen keşfedememişlerdir.

'Parçacık Fiziği' hiç durmadan parçacıklar dünyasını aydınlatmak için araştırmalar yapmaktadır. Varlığının üzerinden binlerce yıl geçmiş insanoğlu, sahip olduğu akıl ve şuura rağmen kendisiyle birlikte herşeyi oluşturan özü yeni yeni keşfetmektedir. Üstelik bu özün içine girdikçe konu daha da detaylanmakta ancak insan kuark ismini verdiği 10-18 sınırında takılmaktadır. Peki bu sınırın altında ne vardır?

Bugün bilimadamları bu konu ile ilgili çeşitli tezler öne sürmektedir ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu sınır fiziksel evrenin son noktasıdır. Bunun altında bulunacak olan herşey madde ile değil ancak enerji ile ifade edilebilecektir. Asıl önemli olan nokta ise, insanın tüm teknolojik imkanlarına rağmen yeni keşfedebildiği bir mekanda çok büyük dengelerin, fizik kanunlarının bir saat gibi işliyor olmasıdır. Üstelik bu mekan evrendeki tüm maddenin ve insanın da yapıtaşını oluşturan atomun içidir. İnsan kendi vücudundaki organlarda, sistemlerde her saniye işleyen kusursuz mekanizmadan yeni yeni haberdar olmaya başlamıştır. Bunları oluşturan hücrelerin mekanizmalarını öğrenmesi ise ancak son birkaç on yıla dayanır. Hücrenin temelindeki atomların, atomların içindeki proton ve nötronların, ve bunların da içindeki kuarkların mekanizmaları ise, inansın inanmasın herkesi hayrete düşürecek kadar mükemmeldir. Çok önemli bir nokta da, tüm bu muazzam mekanizmaların insan yaşamındaki her saniye boyunca "kendi kendine" insanın kontrolü dışında çalışmasıdır. Tüm bunların üstün bir iradeye sahip bir Yaratıcı tarafından varedildiği ve denetiminin de yine aynı üstün Yaratıcı'ya ait olduğu, vicdan sahibi akıllı her kişi için çok açık bir gerçektir.

19 Ocak 2011 Çarşamba

BEYNİN İÇİNDEKİ RESMİ GÖREN GÖZ NEREDE?


R.L.Gregory ise beynin gerisinde bulunan ve bütün görüntüleri gören bu varlığı şöyle sorgular:

Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz.

Maddeden başka bir varlığı kabul etmeyen materyalistlerin içinden çıkamadıkları asıl nokta işte burasıdır. Gören, gördüğünü algılayan ve tepki veren "içteki göz" kime aittir? Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa şöyle dikkat çekmiştir:

Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. "Ben" -yani beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim? Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."

R. L. Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, s. 9
Karl Pribram, David Bohm, Marilyn Ferguson, Fritjof Capra, Holografik Evren I, Çev: Ali Çakıroğlu, Kuraldışı Yayınları, İstanbul: 1996, s.37

18 Ocak 2011 Salı

3.000 DEĞİŞİK KOKUYU BİRBİRİNDEN AYIRT EDEBİLİYORUZ. 3.000 AYRI ELEKTRİK SİNYALİNİ ALGILAYAN BEYNİMİZ VAR ÇÜNKÜ..


Taze ekmeğin, bahçedeki güllerin, yeni biçilmiş çimenlerin, yağmurdan sonraki toprağın, sıcak çorbanın, çileğin, şeftalinin, maydanozun, kullandığınız sabunun, şampuanın kokusunu ve buna benzer daha pek çok kokuyu duyabilmenizi burnunuzdaki hassas yapıya borçlusunuz. Pek çok insan gün içinde ne kadar çok koku duyduğunu ve bu kokular sayesinde cisimlerin şeklinin zihninde nasıl belirdiğini hiç düşünmez. Oysa yediğiniz yemeğin lezzet kazanmasını sağlayan, koku alma duyunuzdur. Koku, cisimleri tanımanızdaki önemli etkenlerden bir tanesidir.

Aldığınız her nefesle birlikte cisimlere ait kokular da burundan içeriye girer. İnsan burnu duyduğu bir kokuyu 30 saniye içinde analiz edecek ve yaklaşık 3.000 değişik kokuyu birbirinden ayırt edebilecek müthiş bir kapasiteye sahiptir.

Koku algımızın işleyişi de diğer duyu organlarımızın işleyişine benzer. Aslında burnumuzun dışarıdan görünen bölümünün görevi sadece bir kanal gibi, havadaki koku moleküllerini içeri almaktır. Vanilya veya gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelir ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Koku moleküllerinin epitelyum bölgesinde yaptıkları etkileşim, beynimize elektrik sinyali olarak ulaşır. Bu elektrik sinyalleri ise beynimizde koku olarak algılanır.

17 Ocak 2011 Pazartesi

DIŞARDA BİR SES Mİ VAR YOKSA ELEKTRİK SİNYALİNİ Mİ SES OLARAK YORUMLUYORUZ?


Gerald L. Schroeder işitme algısı ile ilgili şunları sorgulamaktadır:

"Ve sırada zor sorunun zor kısmı var: Müzik sesi. Ses dalgaları, kulak zarına çarparak ... beyin korteksinde kimyasal olarak depolanmış biyoelektrik sinyallere dönüşür. Fakat sesi nasıl duyabiliyorum? Beyinde depolanmış bilgi de dahil olmak üzere buraya kadar olay tamamıyla biyokimyasaldır. Ne var ki ben biyokimyayı duymam. Sesi duyarım. Kafamın içinde bu ses nerede oluşuyor? Veya görüntü; ya da koku? Bilinç nerededir? Karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen vb. gibi maddelerden hangisinin durağan atomları, kafamın içerisinde bir düşünce üretebilecek ya da bir şekil yaratabilecek kadar akıllı hale gelebilir ki? Bu saklı biyokimyasal bilgi kodlarının nasıl hatırlandığı ve bilinçte tekrar nasıl canlandırıldığı bir muamma olarak kalmaya devam etmektedir."
Gerald L. Schroeder, Tanrının Saklı Yüzü, Gelenek Yayınları, çev: Ahmet Ergenç, İstanbul, 2003, s. 20.

---
Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 9)

15 Ocak 2011 Cumartesi

DÜNYAMIZ KAÇ MİLİVOLT?


BİRKAÇ ON MİLİVOLT’LA OLUŞAN DÜNYAMIZ

Nöronların arasında taşınan sinyallere ait voltaj genel olarak küçüktür (birkaç on milivolt) ve bu sinyaller saniyede 100 metre hızla hareket ederler. Belirgin olarak nöronlar her beş mili saniyede (bir saniyenin binde biri) bir, sinyal üretmek üzere yeniden harekete geçebilirler.

ARABA, OTOBÜS, ÇİÇEK, BÖCEK, SEVGİLİMİZ, ANNEMİZ… HEPSİNİN BEYNİMİZDEKİ KARŞILIKLARI BİRKAÇ ON MİLİVOLTUN MİLYONDA BİR FARKLILIKLARI..

MİLYONDA BİR FARKLILIKLA GELEN İKİ SİNYALDEN BİRİNİ BEYNİMİZ ANNEMİZ OLARAK DİĞERİNİ HALI OLARAK GÖSTERİYOR VE HİÇ ŞAŞIRMIYOR!

Susan Greenfield İnsan ve Beynimiz adlı kitabında bu olağanüstü duruma şöyle dikkat çekmiştir:

“Görsel kortekse gelen elektrik sinyalleri görme olarak algılanırken, beynin somatik-duyusal korteks ya da işitme korteksi gibi farklı bir bölümüne gelen tamamen aynı türden elektrik sinyallerinin neden dokunma ve duyma olarak algılandığı, beynin bir diğer şaşırtıcı ve gizemli yönüdür.”

Greenfield'in "gizemli" olarak ifade ettiği gerçek, aslında son derece açıktır: Duyu organlarımızın işleyişi, bedenimizin tüm diğer fonksiyonları gibi kusursuz bir yaratılışla var edilmiştir. Yüce Rabbimiz aynı kara topraktan birbirinden çok farklı renklerde, tatlarda, kokularda bitkiler, meyveler çıkardığı gibi, birbiriyle aynı elektrik sinyallerinin beynimizde birbirinden tamamen farklı şekillerde algılanmasını sağlamaktadır. Bu sayede dış dünyadaki renkleri, kokuları, tatları kusursuz şekilde hissedebilmekteyiz.

---

Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir... (En'am Suresi, 104)
-

14 Ocak 2011 Cuma

"32 MİLYON YIL BOYUNCA SAYMAYA HAZIR MISINIZ?!"



Nörokimya dalında uzman olan Prof. Susan Greenfield ise İnsan Beyni adlı kitabında, beyindeki bağlantıların sayısına şu ifadelerle değinmektedir:

Eğer beyinden sadece bir kibrit kutusu büyüklüğünde bir kesit alsaydık, o yüzeyin üzerinde bir milyara varan bağlantı bulabilirdik. Beynin dış katmanı olan korteksi ele alalım. Bu dış katmandaki nöronlar arasındaki bağlantıları, saniyede bir bağlantılık bir hızla saymaya kalkarsak, otuz iki milyon yıl sürer! Sadece korteksin içindeki bağlantılardan oluşan farklı bileşimlerin sayısı ise, tüm evrendeki artı yüklü parçacıkların sayısını aşacaktır!

Susan Greenfield, İnsan Beyni, Varlık Bilim, 2000, s. 91.

---
TESADÜFEN OLUŞAN BİR SİSTEMDE 100 MİLYAR NÖRON OLUŞUR, HER BİRİNİN 100 BİN SİNİR BAĞLANTISI OLUŞUR VE SANİYEDE YÜZ TRİLYON İŞLEM YAPILABİLİR Mİ SİZCE? 

HATASIZ, KUSURSUZ, EKSİKSİZ, MÜKEMMEL İŞLEYEN, TAM OLMASI GEREKTİĞİ ŞEKİLDE, TAM OLMASI GEREKEN YERDE, TAM ÇALIŞACAK ŞEKİLDE, İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİKTE!...
--
(Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu.' (Abese Suresi, 18-19)

13 Ocak 2011 Perşembe

DIŞARDA HİÇBİR RENK YOK. DÜNYAMIZI BEYNİMİZ RENKLENDİRİYOR.


John Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden araştırmacı Jeremy Nathans, gözdeki hücrelerin renkleri oluşturmadığını şöyle belirtir:

Bir koni hücresinin tek yapabildiği, ışığı yakalayıp onun yoğunluğu hakkında bilgi vermektir. Renk hakkında size hiçbir şey söylemez.

Koni hücreleri algıladıkları bu renk bilgilerini, sahip oldukları pigmentler sayesinde elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri de elektrik sinyallerini beyindeki özel bir bölgeye iletirler. İşte hayatımız boyunca gördüğümüz rengarenk dünyamızın oluştuğu yer beyindeki bu özel bölgedir.

KISACA ÖZETLEMEK GEREKİRSE;

└► IŞIK GÖZE ULAŞTIĞINDA KONİ HÜCRELERİ BUNLARI ALGILAR
└► KONİ HÜCRELERİ IŞIĞIN YOĞUNLUĞUNU SAHİP OLDUKLARI PİGMENTLERLE ÖLÇER
└► KONİ HÜCRELERİNİN GÖNDERDİĞİ ELEKTRİKTEN BEYİN BU ELEKTRİK SİNYALİYLE KENDİ HAFIZASINDA BULUNAN RENK KARTELASINA UYGUN RENGİ SEÇER VE DÜNYAYI RENKLENDİRİR.

Burada durup düşünmek lazım. Beynimiz çok düşük elektrik sinyallerini renge, şekle, sese, tada, kokuya çeviriyor.

Sonsuz ses, koku, dokunma, tad alma, görme elektriğini anlayan bir beyne sahibiz.

Çok küçük farklarla gelen elektrik akımlarını keman sesi veya araba görüntüsüne çeviriyor beynimiz ki kendi içinde o görüntünün milyon detayını elektrik sinyallerinden algılıyoruz.

--
Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun. (Şura Suresi, 52)


12 Ocak 2011 Çarşamba

VLADIMIR ILYIC LENIN'İN "SAKIN BU KONUYU DÜŞÜNMEYİN!" DİYEREK ÇOK KORKTUĞU VE ÇEKİNDİĞİ KONU NEYDİ?


Vladimir I. Lenin bir asır önce yazdığı Materyalizm ve Ampiryokritisizm isimli kitabında "sakın bu konuyu düşünmeyin, yoksa materyalizmi kaybedersiniz ve kendinizi dine kaptırırsınız" şeklindeki uyarıları yer alır.

Peki Lenin'i bu derece korkutan ne olmuştu? İşte söz konusu kitaptan Lenin'in sözlerinden alıntılar:

"Duyularımızla algıladığımız nesnel gerçekliği bir kere yadsıdın mı, kuşkuculuğa (agnostisizm) ve öznelciliğe (subjektivizme) kayacağından, fideizme (dini inanca) karşı kullanacağın tüm silahları yitirirsin; bu da fideizmin istediği şeydir. Parmağını kaptırdın mı, önce kolun sonra tüm benliğin gider. Duyuları nesnel dünyanın bir görüntüsü olarak değil de, özel bir öğe olarak aldığında, diğer bir deyişle materyalizmden ödün verdiğinde, benliğini fideizme kaptırırsın. Sonra duyular hiç kimsenin duyuları olur, us hiç kimsenin usu, ruh hiç kimsenin ruhu, istenç hiç kimsenin istenci olur."

Bu satırlar, Lenin'in büyük bir korkuyla fark ettiği ve hem kendi kafasından hem de "yoldaş"larının kafalarından silmek istediği gerçeğin, günümüzün materyalistlerini de aynı biçimde tedirgin ettiğini göstermektedir.

Materyalistlerin en büyük korkusunu bakın Muhyiddin Arabi, Fusüs-ül Hikem (Hikmetlerin Özü) adlı kitabında kainatın Allah'ın tecellilerinden oluşan bir gölge varlık olduğunu şöyle açıklamıştır:

Biz diyoruz ki, bilmelisin ki, Hak'tan başka varlıklar, yahut alem adıyla anılan şey, Hak'ka nispetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca masiva, yani Allah'tan başka olan varlıklar, Allah'ın gölgesidir... Gölge şüphesiz histe mevcuttur.

Hazret-i Muhammed Aleyhisselam "insanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar" buyurmuştur. Demek ki, dünya hayatında gördüğü şeyler uyuyan kimsenin rüyasında gördüğü şeyler gibidir. Yani hayaldir.